Güncel
siyaset sahnesindeki en yaygın ve en ön plandaki üç suçlama sıfatı: şeriatçı,
darbeci, terörist. Bunlar sahnenin en etkin konumlarında yer alan parti, kurum
ve kesimlere yakıştırılan sıfatlar. Her biri gerçek bir korkuya/kaygıya denk
geliyor ama, hiçbiri ilgili olduğu gerçekliğe tam olarak uymuyor. Uyduğu
kadarıyla da dolaysız bir biçimde dile getirilemiyor. Yürürlükte olan dil,
darbe dönemlerinin ezop dili. Oysa bazı yetkililer, tam bir düşünce
özgürlüğünün sağlandığını söylüyor... Buyurun buradan doğan gerginliğe.
Bizim ülkemizde "siyaset" kavramı
yalnızca siyasal partilerin yapıp ettikleriyle sınırlı bir kapsamda
kullanılıyor. Oysa geniş anlamıyla "siyaset" terimi, ülke yönetiminin
tüm yönlerini ilgilendirir. Genel Kurmay Başkanı'nın son konuşması da geniş
anlamıyla baştan sona siyasal bir konuşmaydı. Ve konuşma olayının iki temel
özelliğinden biri buydu.
Olayın diğer temel özelliği ise, baştan
aşağı siyasal nitelikteki bu konuşma sırasında, konuşmacının yanı başına
oturtularak onur konuğu yapılmış olan emekli subayların son darbe
soruşturmalarında hangi konumda bulunanlardan seçildiğiydi. Soruşturmalarda adı
darbe yandaşları arasında geçenler mi, yoksa darbenin önlenmesinde rol oynadığı
söylenenler mi? Onurlandırılanlar hangileriydi?
Konuşma olayının bu iki temel özelliği, yani
bir bütün olarak taşıdığı siyasallık ile, onur konuklarının darbecilik
konusunda kamuoyuna yansımış konumları, metnin iç bağlamına ait ayrıntılardan
önceki belirleyici göstergeleri oluşturuyor. Bu göstergelere ağırlık vermeyen,
söz konusu iki temel özelliğin hak ettiği yorumu yapmadan metnin ayrıntılarına
giren hiçbir gazete yazısı, kapsayıcı bir yorum yazısı sayılamaz. Böylesine
belirleyici bir konuda, esas olanın söylenmediği yazılar ancak gerginlik
kaynağı olabilir. Yanlışım varsa ruhbilimciler beni uyarsın. Ve öyle
anlaşılıyor ki, olayı konu aldığı söylenen 100 küsur gazete yazısında, esas
olan, gerektiği ölçüde söylenmiş değildir.
Yargılanmakta olsun olmasın, yürürlükteki
darbeciliğin beslendiği kaynaklardan biri ilkel erkek kültürünün ve
çıkarcılığın o değişmeyen iktidar arzusu ise, diğer kaynaklar, iki güncel korku
ya da kaygıdır sanıyorum: şeriat ve bölünme. Yanıltıcı bir biçimde "terör"
sözcüğüyle adlandırılan, bölünme korkusu. Atatürk'ün bir bütün olarak bıraktığı
emaneti koruyamama kaygısı. Gelişemeyen varlık uzun süre korunamaz oysa...
Evet, suçlama sıfatları bu çerçevelerde
dönüp dolaşıyor: şeriatçı, darbeci, terörist. Parlamentoda çoğunluğu oluşturan
parti şeriatçılığa yakıştırılıyor, ana muhalefet partisi darbeciliğe, Kürtlerin
haklarını savunan DTP ise teröristliğe. Bu üç suçlama aynı zamanda söz konusu
partileri de doğrudan ya da dolaylı olarak tehdit eden yargılamaların konusu.
Bir özelliği daha var bu üç sıfatın: Suçlama
olarak yöneltildikleri kesim tarafından doyurucu, ikna edici, yatıştırıcı bir
biçimde ele alınıp açıklığa kavuşturulmamak. Yönelten kesimlerden de, nedenleri
ve olası sonuçlarıyla, gerçek çözümlemelerin gelmemesi.
Bu düşünsel kuraklık, Genel Kurmay
Başkanı'nın konuşmasını belirleyen ilk iki göstergeyle bire bir ilişkili bence.
Ve sonuçta tam bir kısır döngü oluşuyor.
Bu döngü ancak söylenmeyenlerin
söylenebileceği bir güvenlik ortamında kırılabilir. Tersi durumda sonuç,
gitgide güçlenen bir anafor...
*
23
Nisan
Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamında
kovuşturulan ve cezalandırılan çocuklar için, çocuk koruma hükümleri hâlâ göz
önünde tutulmuyor. Büyüklere ne nasıl yapılıyorsa hâlâ onlara da aynısı
uygulanıyor.
Çocuklar
İçin Adalet Çağrıcıları, geniş bir kampanya başlattı. Yüzlerce kişi, TMK
kapsamında kovuşturulup yargılanacak çocuklar için Çocuk Koruma Kanunu'nun
gerektirdiği yasa değişikliklerinin yapılmasını talep ediyor.
Çağrıcılardan 17 Nisan Cuma günü Diyarbakır
duruşmasına gidenler, TMK Mağduru dört
çocuğun akşama kadar aç susuz, adliye bodrumunda bekletildiğine tanık oldu.
Çağrıcıları temsilen bir grup, "çocuk
hakları savunucusu" bakan Nimet Çubukçu'yla görüşerek sorunu ilettiler.
Adalet Bakanı'na da iletmeye çalışıyorlar.
Ayrıca tüm milletvekillerine, durumu anlatan
ve Çocuk Koruma Kanunu'yla ilgili mevzuat düzenlemelerinin bir an önce
yapılmasını isteyen bir mektup yollanacak: Acilen, TMK’nın konuyla ilgili 5,
7/2-a, 9, 13 ve 17. maddelerinde çocuk haklarına uygun değişiklikler yapılması
ve TMK kapsamında itham edilen çocuklar bakımından Çocuk Koruma Kanunu
hükümlerinin eksiksiz uygulanacağına ilişkin bir hüküm eklenmesi gerekiyor...
"23 Nisan Bayramı"nız kutlu olsun.
&
Ayıp[2]
Türk
Eğitim-Sen'in Kayseri 2 No.’lu Şubesi, Ermenistan sınır kapısının açılmaması ve
ekimde Ermenistan ile Türkiye futbol takımları arasındaki maçın Kayseri’de
oynanmaması için imza kampanyası başlatmıştı: "Kardeşimin Katilini
Şehrimde Görmek İstemiyorum" gerekçesiyle.
Şimdi
bu kampanyanın 250 bin imzaya ulaştığı ve CHP Kayseri Milletvekili Şevki
Kulkuloğlu ile Ticaret Odası Başkanı Hasan Ali Kilci tarafından sahiplenildiği
haber veriliyor (27 Nisan 2009 tarihli Radikal).
250 bin imza gerçek mi, diye soranlar haklı.
Bence daha önemli olan soru ise şu: Kampanyada "katil" sözünden kasıt
kimdir? Bilinen, belirli biri mi var, yoksa Kayseri'ye konuk olarak gelecek
sporcuların Ermeni olmaları, katil sayılmalarına yetiyor mu?
Türk Eğitim-Sen yöneticilerini, CHP Kayseri
Milletvekili Şevki Kulkuloğlu'nu ve Ticaret Odası Başkanı Hasan Ali Kilci'yi,
bu soruyu yanıtlamaya davet ediyorum. İyi bir açıklama gelinceye kadar da
yineleyeceğim bu daveti. Irkçılık suçlamasını reddedip geçmekle olmuyor bu
işler.
*
"Büyük
Felaket"
John Berger kimselere benzemez. İşte onun
yeni çıkan ve okumaya doyulmayan kitabından bir alıntı:
"Filistinliler
için önemini asla yitirmeyecek bir sözcük: Nakba yani 'Büyük Felaket'; 700 bin
Filistinli'nin 1948'deki zorunlu göçüne işaret ediyor." (John Berger, Kıymetini Bil Herşeyin, çev.
Beril Eyüboğlu, Metis Yay., 2009, s. 22.)
&
Ayıp[3]
Hitler
rejimi bütün o canavarlıklara kadar nasıl gelebilmişti? Irkçılık nasıl olup da
yükselebiliyor? Bütün bunları açıklayan, çeşitli disiplinlerden epey çalışma
var elbette. Yine de, deneyimin öğreticiliği başka.
Geçen hafta bu sütunda, Ermenistan sınır
kapısının açılmaması ve ekimde Ermenistan ile Türkiye futbol takımları
arasındaki maçın Kayseri’de oynanmaması için başlatılan kampanya konusunda
yazdıklarımla ilgili bir okur mektubu, ırkçılığın nasıl yükselebildiğini
kavramama katkıda bulundu:
"Milli meselelere sahip çıkan insanları
ırkçılıkla itham etmeniz..." diyor bu mektup. Demek ki bu zihniyete göre,
'milli meselelere sahip çıkan' sıfatını kazanan kişi, yaptığı ırkçılık
konusunda eleştiri dışı tutulmaya da hak kazanır. Hatta belki, "milli
meselelere sahip çıkan" sıfatına hak kazanabilmek için, ırkçılık yapmanız
gerekmektedir bu zihniyete göre.
Almanya'nın deneyiminden yararlanmak gerçekten
kolay değil. Bunu galiba en çok yine Almanlar başardı ama, orada da yeni
kuşakların kavrayışsız kesimlerinde aynı zihniyet baş gösterebiliyor.
Bu arada, söz konusu kampanyayı başlatan
Türk Eğitim-Sen yöneticilerinden ve destekleyen CHP Kayseri Milletvekili Şevki
Kulkuloğlu ile Ticaret Odası Başkanı Hasan Ali Kilci'den haber çıkmadı. Soruyu
yineliyorum:
Kampanyanın sloganı olan, "Kardeşimin
Katilini Şehrimde Görmek İstemiyorum" sözündeki "katil"
sözcüğünden kasıt kimdir? Bilinen, belirli biri mi var, yoksa Kayseri'ye konuk
olarak gelecek sporcuların Ermeni olmaları, katil sayılmalarına yetiyor mu?
&
Cumartesi Anneleri’nin
oturma eyleminde konuşma
Bugün 9
Mayıs 2009. Cumartesi anneleri için 215. hafta. Onların 215. kez burada oturmak
gereğini duymaları bu toplumun büyük bir ayıbı ve acısıdır. Onlar, devlet
eliyle kurulmuş suç örgütleri tarafından ve "kirli savaş"ta
kaybedilmiş yakınlarını arıyorlar. Seslerini duyurabilmek için buradalar. İnsan
Hakları Derneği, onlara bu mücadelede hukuk desteği ve omuz veriyor. Onların
yıllardır süren mücadelesi sayesindedir ki, bazı kuyular açılmaya, gerçekler bir
ucundan ortaya çıkmaya başladı...
Güney Amerika'da Şili ve Arjantin'deki
faşizmlerin eliyle yakınları kaybedilen insanların yaşadıklarını, Costa
Gavras'ın 1982 tarihli "Missing/Kayıp" adlı filminde izlemiştik. Çok
iyi bir filmdi. Bizim burada insan kaybetme uygulamaları askeri darbe
dönemlerinde başladı ve ötesine de taştı. 12 Eylül döneminde bir süre ben de
kaybedilenlerdendim. Pek çok kişi gibi ben de gözaltına alındığımda annem ve
ailem uzun süre haber alamamıştı. Buradaki annelerin yüzlerinde, burada
rastladığım, bana kaybedilmiş olan iki oğlunun fotoğrafını gösteren babanın
gözlerinde, kendi annemin yüzünü görüyorum. Annem, ben bulunduktan sonra da,
yakınları kaybedilmiş insanlara yardımcı olmaya çalışmıştı. Buradaki anneler bu
acıyı yıllardır çekiyor, bazıları onyıllara varacak. Ve böyle kaybedilen
binlerce kişi var. Oysa hiç kimse böyle bir cezayı hak etmez. Hukuk, cezanın
şahsiliğinden söz eder ve kişilerin kaybedilmesini, yok edilmesini insanlık
dışı sayar. Ailelerin cezalandırılması ise hiçbir hukukta yoktur. Bizim ülkemiz
acıların en büyüğünü ailelere çektiriyor. Cezaların en büyüğünü ailelere
veriyor. Kaybedilen yakınınızın başına neler geldi, hangi eziyetlere ve
işkencelere uğratıldı, öldürüldü mü, nasıl öldürüldü, kesildi mi, biçildi mi, nereye
atıldı, bunları her gün, her gece, an be an düşünmek zorunda bırakılmak nasıl
bir cezadır? Bunları düşünmemek nasıl bir insanlıktır? İHD'nin raporlarına göre
en çok faili meçhul cinayet ve gözaltında kaybetme olayı 1993-1996 yılları
arasında dönemin başbakanı Tansu Çiller, Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ve
Emniyet Müdürü Mehmet Ağar döneminde gerçekleşmiştir. Bugün artık üstü
örtülemeyen bu canilikler, gerek itirafçıların itiraflarında gerekse Ergenekon
davalarında tek tek açığa çıkmaya başladı. Bellek çalışması yapan
araştırmacılar araştırmaya devam ediyor. Bunlar basına yansıdıkça devlet
ilgilenmek zorunda kalıyor. Birkaç asit kuyusu açıldı, kemikler, gömlekler
çıktı, Adli Tıp'a gönderildi. Haftalar geçti, Üzmez'i üzmeyen Adli Tıp'tan bir
ses yok. Bu toplum bu vicdan yükleriyle yaşayamaz. Cumhurbaşkanı'ndan yeni
Adalet Bakanı'na ve savcılara kadar bütün ilgililere soruyoruz: Yarın Anneler
Günü: Cumartesi Anneleri'nin Anneler Günü'nü kutlamaya yüzünüz yetiyor mu?
Aynaya bakarken cevap verin bu soruya: Yüzünüz yetiyor mu? Hepinize
sesleniyoruz: Kaybedilenleri bulun! Kayıplar hakkındaki her tür bilgiyi
değerlendirin! Artık yeter. Edi bese.
&
Ayıp[4]
Kayseri'de
"Kardeşimin Katilini Şehrimde Görmek İstemiyorum" sloganıyla
başlatılan kampanyayla ilgili olarak bu sütunda soru yönelttiğim muhataplardan
yalnızca biri açıklama gönderdi: CHP Milletvekili Dr. M. Şevki Kulkuloğlu.
Kulkuloğlu, nedense avukatı aracılığıyla
gönderdiği, ama kendi imzasını taşıyan uzunca mektubunda, "sporcu"
sözcüğüne tek bir kez bile yer vermiyor, eleştirdiğim ve on binlerce kişinin
imzaladığı söylenen kampanya cümlesinin içerdiği ırkçılık konusundaki fikrini
hiç açmıyor. Söz konusu cümleye yalnızca eleştirimi "talihsiz"
bulduğunu belirtmek için değinmiş. Nedir tam olarak "talihsiz" olan,
bu da belirtilmiyor.
Benim, kişileri değil, edimleri ve beyanları
ırkçı olarak nitelediğim de anlaşılamamış: "Şahsımı 'Irkçı' olarak
nitelendirdiniz" diyor Kulkuloğlu.
Daha önemlisi, öğretmenlik ve öğrencilik
deneyimi olan herkesin bildiği bir taktiğe başvurarak, benim sorduğum soruyu
yanıtsız bırakırken, sormadığım bir sorudan söz edip onu uzun uzun yanıtlaması:
"Bu toplantıya katılma gerekçelerimin neler olduğunu sordunuz" diyor
Kulkuloğlu. Hayır, sormadım. Böyle bir cümlem olmadığı gibi, yazdıklarımdan
böyle bir yorumun elde edilmesi de olanaksızdır.
Tahmin edilebileceği üzere, Kulkuloğlu kendi
kendisine sorduğu bu soruya yanıt makamında, vahim bir Türkçe kazası olan
"sözde soykırım iddiaları" sözüne dayalı resmî tezleri yineliyor. Ah
ezbercilik!
&
Barış sorusu[5]
Yüksel Mutlu neden tutuklandı?
Yüksel Mutlu, yıllardır İnsan Hakları
Derneği'nde ve Barış Meclisi'nde çalışan, en çok da KADER, Barış İçin Sürekli
Kadın Platformu, Kırkörük Kooperatifi gibi, kadınlara yönelik çalışmalarda
yoğunlaşan bir emekli öğretmen. Genç emeklilerden.
Üç hafta kadar önce tutuklandı Yüksel Mutlu;
DTP'lilerle başlayıp KESK'lilerle devam eden geceyarısı baskınları sırasında.
Onun gibi, barıştı, kadındı, özellikle de
"bölge"ydi, uğraşıp duran biri gözaltına alındığında ya da
tutuklandığında, akla gelebilecek ilk sorulardan biri, yasadışı bir iş yapıp
yapmadığı sorusu mu olmalıdır? Elbette hayır, ama galiba öyle oluyor. Böyle bir
olasılık geçebiliyor akıllardan. Öyle ya, neden diğerleri değil de o?
Belki de bu sinsi sorular nedeniyledir,
böyle durumlarda kıyamet koparılmıyor, arkadaşlarınızdan bazıları her şeyi göze
alıp size sahip çıkarken, bazıları da gezme tozma planlarında bile değişiklik
yapmayabiliyor. Psikolojik harekâtlar için tam da aranıp bulunamayacak
koşullar; tıpkı şu son "belge" olayındaki gibi.
Ben, gözaltı işleminin bir psikolojik
harekât taktiği olarak kullanılabildiğinin kişisel tanıklarından biriyim.
Konuyu geçen yıl, TTB (Türk Tabipleri Birliği) Genel Başkanı Gencay Gürsoy'un gözaltına alınması dolayısıyla
yazmıştım. Bildiğim bir başka örnek olarak Nihat Behram'ı da anmıştım
(10.7.2008 tarihli Radikal). Şimdi de barış çalışmalarına bizzat tanık olduğum
bir insan hakları savunucusuna karşı aynı taktik uygulanıyor.
Bu uygulamalardan zarar gören yalnızca şu ya
da bu yurttaşımız mıdır? Böyle olsa bile yeterince kötü olurdu ama, bunun
yanında bir de, bu örnekleri uzaktan gören yurttaşların yurttaşlık ve demokrasi
bilinci açısından, her iki anlamıyla da korkutucu sonuçlar doğuruyor bu
uygulamalar. İnsanları terörize edip etkin tavır almaktan, mücadele etmekten
alıkoyuyor.
Hedef de bu herhalde zaten: KESK gibi, TTB
gibi mücadeleci örgütleri ve barış girişimcilerini sindirmek. En hafif
olasılıkla, havuç-sopa politikasıdır bu uygulanan. En ağırıyla da, nazi
partisinin yükseliş politikasının esası; rahibin dediklerini hatırlayınız:
Komünistleri aldılar, ses etmedik, hatta iyi oldu dedik. Sosyalistleri aldılar,
biz sosyalist değiliz dedik, ses etmedik. vb. vb...
Yüksel Mutlu'ya gelince. Kendisiyle bir
Barış Meclisi toplantısı için Bitlis'e gittiğimde tanışıp arkadaşlık etmiştim
ve bir fikre varacak kadar izleyebilmiştim onu: İyi bir insan hakları
savunucusudur, yılların deneyimini her an hissedersiniz onun halinde. Bizim
ülkemizde çok sayıda bulunduğu söylenemeyecek türden bir aydındır.
Şimdi tutulduğu Bergama M tipi cezaevinden
yolladığı mektuptan öyle anlaşılıyor ki Yüksel Mutlu'nun neden tutuklandığı
belli değil. Sorguda, tahmin edilebileceği üzere, en özel olanlar dahil her tür
telefon konuşması üstüne yığınla soruya muhatap olmuş. Mardin'in Bilge
Köyü'ndeki olayda neden koruculuk sistemini suçladığı, neden koruculuk
sisteminin kaldırılmasını savunduğu, böyle konuları devlet bilir, sizi
ilgilendirmez, mantığıyla sorulmuş hep.
"Bununla ne yapılmak isteniyor"
diye soruyor şimdi Yüksel Mutlu. Ben, aklıma gelen iki olasılığı az önce
yazdım, yineliyorum: En hafif olasılıkla, başta Kürt sorunu olmak üzere,
havuç-sopa taktiği. En ağır olasılık ise, nazi partisinin yükseliş politikası.
Her kim uyguluyorsa.
&
Fikritakip[6]
18.6.2009
tarihli yazıda soruyordum: Yüksel Mutlu neden tutuklandı? Sonrasında, serbest
bırakıldığı haberini beklerken, Mutlu'nun koğuşundaki tutuklu KESK üyesi kadın
sendikacıların arttığını bildiren ve ilkine benzeyen bir mektup daha geldi.
Bu seferki mektup iki aşamalı. Birinci
aşamasının altında dört imza var ve sendikacıların evlerine dinleme aygıtı
konularak en mahrem konuşmalarının kaydedildiği gibi vahim bilgiler veriliyor.
Mektubun ikinci aşamasının altında ise imzaların, yani tutuklu kadın
sendikacıların sayısı ona çıkmış.
.
. .
Mutlu'nun
ilk mektubundaki "Bununla ne yapılmak isteniyor" sorusu konusunda,
akıl edebildiğim iki olasılığı yazmıştım, yineliyorum: En hafifi, başta Kürt
sorunu olmak üzere havuç-sopa taktiği; en ağırı, nazi partisinin yükseliş
politikası. Her kim uyguluyorsa!
*
Srebrenitza
Tam bir yıl oldu, bir TV kanalında Bosnalı
Emine Albayrak anlatıyordu: Soykırımın toplu mezarlarından çıkan cesetlerden
her yıl ancak 300-400 kadarını defnedebiliyorlarmış. Tamamlayacakları sayı,
sekiz bin kadar...
Şimdi de
Uygurlar... Afrikalıların adı ise bilmece gibi.
&
Politika ve müdahale[7]
Baskın
Oran'ın 6-12 Temmuz'da Radikal'de dizi olarak yayımlanan yazısı bence arayıp
bulamadığımız türden bir 'barış dili' örneğidir. Diyalektik ve diyalojiktir,
bir 'aşma' edimidir.
Bir dönem Kürt sorunu dolayısıyla çok lafı
edildi: Yeni bir dil gerekiyor, bir barış dili, bize barışçı bir dil gerek, vb,
vb. Sorunun çözümü için dertlenen hemen herkeste vardı bu duygu: Şu dili bir
bulsak tüm çatışmalı sorunlar yarı yarıya çözülecek. Esperanto ya da Europanto
türünden soyut bir keşif bekleniyordu belki de, bilmiyorum. Günler geçiyor,
kimseden 'barış dili'nin bulunduğuna ilişkin bir müjde gelmiyordu. Yanlış yerde
aranıyordu belki de o dil. Daha doğrusu herhangi bir yerde aranmıyordu...
Canlı, işlek bir gündelik konuşma diline
dayalı olan üsluplar bende bazen bir ikircim uyandırır. "Yahu"suyla,
"kardeşim"iyle, Baskın Oran'ın üslubu da biraz öyle. Beni tedirgin
eden, bu tür söylemlerin olası evcilleştirici etkileridir: Oradaki sıcaklıkta,
dünyanın gerçekliğine denk düşmeyen bir şey, bir tür popülizm tınısı vardır.
Ama Baskın Oran örneğinde, içerdiği açıklık gizilgücü nedeniyle, barışçıl
açılımlar için alabildiğine elverişli bir yan var. Bu seferki yazısında belki
en olgun biçimiyle ortaya çıkan başka bir temel özelliğe, diyalojik bir tür
'aşma' edimine katkıda bulunuyor o yan.
Diyalojik, yani diyaloğa dayalı. Bu ilkenin
Baskın Oran'ın söz konusu yazısındaki işleyişi şöyle: Çeşitli Ermeni
toplulukların ve Türkiyeli toplulukların 1915'e ilişkin söylemleri ve akıl
yürütme biçimleri, tezler ve karşıtezler, tek metinde, yani Baskın Oran'ın
sözlerinde bir bir ele alınıyor, değerlendiriliyor ve bir 'aşma' edimiyle yeni
bir söyleme doğru açılıyor.
Başka bir deyişle Oran, konu edindiği
gerilimin uç motifleri ve argümanlarıyla uğraşıyor, ama iki zıt konumdan
birinde durarak değil, daha ilk adımda o konumun da tartışılır ya da su götürür
bir tarafı olduğunu göstererek, yani her seferinde iki konumun da dışında,
üçüncü bir konum arayıp bularak. "Aşma edimi" dediğim budur; ortak
kültürdeki adıyla, 'aufhebung'.
Uç motiflerden kastım da açıktır sanıyorum:
topyekûn inkâr, toprak talebi, 'soykırım' sözcüğüyle ilgili bütün bir algılama,
içselleştirme, tepkiselleştirme dizisi, vb, vb. Tümü de sorunu çıkmaza sokan,
diyaloğu olanaksızlaştıran, dondurulmuş, kalıplaştırılmış motifler. Oran
bunları tek tek, bir köşeli ayracın içine alarak sunmayı ve işleyip tartışmayı
başarıyor.
Tartışmasının bir başka temel özelliği,
içeriğinin somutluğu. Şu son yılları, hatta günleri de katarak, yani içeriği
bütünüyle tarihselleştirerek tartışıyor Oran. Olguları ve olgularla ilgili
olarak söylenmiş sözleri buluyoruz o yazıda: Herkesin az çok takıldığı noktalar
ve o noktalara ilişkin yeni bakış açıları, somut veriler.
Böylelikle, Oran'ın söylemi herhangi bir
motifin tartışma dışı bırakılmasını engelliyor. Metin durmadan soru
sorduğundan, bizim de soru kipinde kalmamızı sağlıyor ve dışarıda bırakılmış
olabilecek veri, bilgi ya da kaygılara yer açmaya elverir bir yapı sunuyor.
Oran'ın, "diasporanın kendi içinde diyalogla yeni tanışmasını canlı
yaşıyorum" demesinden de anlaşıldığı üzere, diyalojik dilin harekete
geçirici bir etkisi var. Dominodaki gibi, sorular soruları tetikliyor. Tüm
tarafların o bağışıklık kazanmış dışlama alışkanlığını zora sokuyor...
Arayıp bulamadığımız bir barış dili
örneğidir diye herkesin Baskın Oran dilini bire bir taklit etmesini önermiyorum
elbette; böylesi tam bir ezbercilik olur. İşin içinde kişisel üslup da var.
Ancak, barış, devrim, reform ya da hangi
biçimde olursa olsun herhangi bir toplumsal iyileşme arzu eden herkes ve her
kesim için bu dilin yukarıda belirtip açıklamaya çalıştığım başlıca
özelliklerine dikkat etmek yaşamsal bir katkı olur diyebilirim: 'Barış dili'
isteyen herkes, gerçekte klişelerin uyutan ve yolu tıkayan söyleminin tam
tersini talep etmektedir.
Politika yapmanın tek yolu A'dan Z'ye bütün
konularda fikir birliğine ulaşacağız, bir kez ulaşınca da onu koruyup
kollayacağız diye anlaşıldığında, herhangi bir konuda çözümün hayalini görmek
zorlaşabiliyor ve tam tersine, yeni nefret söylemlerinin üremesi kolaylaşıyor.
Bir sorunun çözümünde birlikte davranmak için, bütün hat boyunca aynı fikirde
olmak şart değil. Öylesi sınırsız bir tarafçılık anlamına geliyor.
Politika eğer toplumsal hayatımızın bizi
kaygılandıran yönlerine müdahalede bulunmanın yollarını arayıp bulmaksa, genel
seçimlerde bağımsız adaylık, Ermeni sorununda "Özür Kampanyası",
başta Mehmet Atak olmak üzere insan hakları savunucularının girişimiyle yol
alan "TMK Mağduru Çocuklar İçin Adalet Çağrısı" gibi dolaysız
müdahaleler paha biçilmez yöntemler. Özellikle de, her şeyin üstünü örtmek
yerine karanlık noktaları aydınlatmaya çalışan bir diyalektik kurulabildiğinde.
&
Zararlı
ısrarlar[8]
Kürt sorununda
çıkmaz yaratan bazı önemli ısrarlar var: PKK'nın silahlı mücadele yönteminde
ısrarı ve devletin, anadilinde eğitim konusundaki tutumu gibi. Bu ısrarlar
bulanık bir ortamda devam ediyor ve bir kısır döngü yaratıyor. Bulanık olan
nedir, açmaya çalışacağım.
PKK şimdiye değin ne zaman çatışmasızlık
durumu ilan etse bunun adını "ateşkes" olarak koyuyordu. Bu seferkine
"eylemsizlik" demiş: Savaş dilinden barış diline geçiş göstergesi.
Ancak,
daha önceki bir uygulamayı yineleyerek, süre belirlemiş yine PKK. Bu durumda
süre belirlemek, bitiş tarihi vermek, ben silahlı mücadeleye devam ediyorum
anlamına geliyor.
PKK hem
silahlı mücadeden vazgeçmiyor, hem de demokratik çözüm istiyor. Bu bir düğüm
noktası; çok geniş bir kesimi Kürtlerin özgürlük mücadelesiyle dayanışma içinde
olmaktan alıkoyan bir politika. Öyle sanıyorum ki PKK bugün kalıcı bir biçimde
eylemsizlik ilan etse, bunun anlamı ve uyandıracağı etki bambaşka olabilir.
Demokrasi talebi inandırıcılık kazanır ve beri taraftaki dayanışma duyguları
hem artar, hem de daha kolay dile getirilir. PKK'dan silah bırakmasını
istemenin gerçekçi olmayacağı fikrine katılmamak zor. Ama kalıcı bir
eylemsizlik kararı istenebilir.
Dünya tarihinde silahlı mücadelenin
demokrasiye dahil sayıldığı bazı bağlamlar ve paradigmalar olduğu biliniyor.
Burada da öyle. Ancak, geçmişte o bağlam ya da paradigmalara rağbet edilmiş
olsa bile, bugünün koşullarında, Kürt sorununu konuşup tartışabildiğimiz,
sorunun büyük ölçüde anlaşılmaya başlandığı koşullarda, demokratik mücadele
için, özgürlük mücadelesi için silaha başvurma ihtiyacı, o mantık için bile
ortadan kalkmaktadır. Şu uğrakta, Kürtlerin çok haklı olan özgürlük
taleplerinin gerçekleştirilebileceği bir ortam oluşmaktayken silahla mücadelede
ısrar, sürecin tersine bir etkide bulunma potansiyeli taşıyor. PKK, kalıcı
olarak eylemsizlik ilan ederse, demokratik çözüm sürecine katkıda bulunabilir.
Şu an devlet, Kürt sorununda havuç-sopa
politikasını sürdürüyor. DTP aleyhine açılan kapatma davası ve DTP'lilere,
insan hakları savunucularına ve sendikacılara kadar uzanan baskılar ve
tutuklamalar, yargının siyasallaşması vb. dikkate alındığında, ne derece
demokratik bir ortamda olduğumuz sorusu fena halde haklılık kazanıyor.
Demokratikleşme
yönündeki iradenin en güçlü olduğu kesimlerden biri Kürt özgürlük hareketi. Bu
hareketi de kapsayan daha geniş bir potansiyel ise, gerek AKP'ninki başta olmak
üzere çeşitli feodalliklere, gerekse çeşitli cuntacılık tehditlerine karşı
duranları, hukuk devleti ilkesini önemseyenleri içeriyor. Sendikaların, meslek
örgütlerinin, siyasal partilerin ve inanç gruplarının içinde var böyle
demokratik güçler.
Epey zamandır, bu güçler ve devlet dahil
çeşitli kesimler ve kimseler Kürt sorununda çözüm için fikir belirtiyor.
Tartışma konusu olan iki ısrar noktası daha var ki, tıpkı PKK'nın eylemsizlik
için süre sınırı koyup tarih vermesi gibi bulanıklık yaratıyor: anayasa
değişikliği ve anadilinde eğitim meseleleri.
Anayasadan etnik vurgunun kaldırılması
talebi somut olarak nasıl biçimlenecek?
Kürtlüğün anayasal bir öğe olarak ayrıca
anılması önerisi iyi bir öneri değil bence: "Türkler ve Kürtler"
söyleminin bütün sakıncalarını taşıyor. Yurttaşlar olarak etnik kökenlerimiz
bir bir sayılmadıkça, çoğunlukçu bir söylem olur bu. Çoğunlukçuluk,
hatırlatalım, demokratik bir ilke değildir.
Tüm etnilerin anayasada bir bir sayılması
ise herhalde olacak şey değil.
Yurttaşlık tanımını 'Türkiyelilik' olarak
yapan bir anayasayı, kökeni ne olursa olsun herkesin onaylayacağını sanıyorum.
Böylelikle isteyen herkes rahat rahat kökeninin tadını çıkarabilir ve eşitlik
duygusu içinde birbirine sevgi ve merakla bakabilir.
Anadilinde eğitime gelince. Eşitlik duygusu
burada da belirleyici bir önem taşıyor. Benim de bin kez yazdığım ve
konuşmalarda söylemeye çalıştığım üzere, dünya geri dönülmez bir biçimde
çokdillilik çağında. İnsan zihni için, anadili yaşamsal bir önem taşıyor. Bu
durum, buralarda adı "yabancı dilde eğitim" olarak konulan İngilizce
eğitim konusunda da böyle, Kürtçe eğitim konusunda da.
Dolayısıyla, temel ilke, ilgili yurttaşların
talebi temelinde, iki ve üç dilli eğitim olmalı; maliyeti her ne olursa olsun.
Devlet, bunun gibi demokrasinin ve insan ruhuna ilişkin bilimlerin alanına giren
kararları, tartışma götürür birtakım jeostratejik hükümlere dayandırmaktan
vazgeçmediği sürece, "Bulgaristan'da Türk yoktur" diyen Jivkov'u
çağrıştırmaktan kurtulamaz.
&
Ayıp[9]
CHP
Genel Başkanı Deniz Baykal, son olarak şöyle demiş:
"Amaç, eğitime Kürtçeyi sokmak,
Anayasa'yı değiştirmek. Bunların ikisi de olmaz. Bunu kimse yapamaz. Kürtçe
seçmeli ders olmaz. Kürtçe özel eğitim yapılır, özel televizyon yayını
yapılır."
Demek
ülkenin hatırı sayılır gerçeklerinden birinin eğitimde yer bulmasını istemiyor
Baykal. "Özel eğitim" yani paralı eğitim öneriyor. Anadili nedir ne
değildir, hiçbir fikri yok.
Bu ayıpta payı olan bir kesim de, kavramın
çarpıtılmasına onyıllardır göz yuman, bu konuda Eğitim-Sen'i yalnız bırakan
dilciler, dilbilimciler ve filologlardır.
*
Dil
meseleleri
'Azınlık' sözcüğü tarihsel zaman içinde
öylesine elektrikle yüklenmiş ki, demokrat bildiklerimizde bile tepki
yaratabiliyor. Tıpkı devlet gibi onlar da bunun ne olup ne olmadığını konuşmak
bile istemiyor. Sözcüğün iki farklı alana ait iki farklı anlamı ve tanımı
olduğu unutulmuş durumda. Avrupa Birliği ile olan diyaloglarda da karışıklık
yaratan bir sorun bu.
İlgili konulardan biri, bazı Kürtlerin yemin
billah "biz azınlık değiliz" demesi. Burada açık bir dilsel sorun var.
Şöyle:
'Azınlık' sözcüğünün, 'azınlık statüsü'
terimindeki anlamı ile, diğer alanlardaki anlamı birbirinden farklı. Hukuktaki
'azınlık statüsü' terimi açısından bakarsak, Kürtler azınlık değildir; böyle
bir statüleri yoktur çünkü. Ayrıca, bu statüyü, şu ya da bu nedenle, kabul
etmemeleri de olanaklıdır.
Statü reddedilebilir ama, sayısal açıdan ya
da bazı toplumbilimcilerin önerdiği 'azınlık grubu' kavramı açısından
bakıldığında, Türkiye Kürtleri nesnel bir gerçeklik olarak azınlıktır ve
toplumbilimde önerilen anlamıyla bir 'azınlık grubu'dur.
İşin dilsel yönü böyle. Siyasal açıdan ise,
demokrat olma iddiası, hukuken bu statüde olsun ya da olmasın her tür azınlığı
dışlama ya da baskı altına alma eğilimindeki zihniyetlere karşı mücadeleyi
gerektirmez mi? Gerektirir diyorsak, bunu kavramın kendisine tepki göstererek,
terimi dışlayarak başaracak değiliz herhalde.
&
Fikritakip[10]
Kürt
sorunu nedir? Kürtlerin derdi ne? Bu soruyu soranlara hâlâ rastlanıyor.
Kürt sorununun aslını esasını herkesin
bildiğini sanıyordum ben. Sözgelimi, 17.9.2006 tarihli Radikal İki'deki bir
yazıya, "Kürt sorunu, konuşamama sorunu" diye başlık atarken, ikinci
aşama önermesiyle yetinmiş oluyordum, birinci aşama önermesi yeterince açıktır
fikriyle. Oysa galiba birinci aşamadaki önerme açık filan değil. Sorunu çoğu
kişi bilmiyor, perde kalkmış değil. Bilenlerin bir bölümü de bilmezden
geliyor.
Kürt sorunu, zora dayalı bir asimilasyon
sorunu: Birinci önerme budur. Dünya modernleşmesinin en berbat öğelerinden
biridir asimilasyon. Bazen rızaya, bazen zora dayalı olmak üzere. Kültür
emperyalizmi denen şeyin bir yönüdür.
Asimilasyonu kabul ya da arzu ediyorsanız,
bir sorun olarak da görmek istemezsiniz elbette. Ama sizin kabul ya da arzu
etmeniz yetmiyor. Esas olan, büyük gövdesiyle Kürtlerin kabul ya da arzu etmiş
olup olmaması...
*
Bugünlerde yeniden ve umarım daha esaslı bir
biçimde gündeme giren "ortak dil" konusunu, hem de İlker Bağbuğ'un
sözlerinden hareketle, 27.5.2005 tarihli Radikal Kitap'ta ele almıştım:
Şimdi o yazıda ve daha başka yazılarda sık
sık kullandığım bazı kavramların ne ölçüde anlaşıldığı sorusunu sormak gereğini
duyuyorum, başta 'ikidillilik' kavramı olmak üzere.
İkidillilik, dilbilimcilerin, toplum
temelinde, kişi temelinde ve eğitim temelinde olmak üzere üç farklı bağlam için
kullandığı bir terim. Bizim toplumumuz ikidilli değil, çokdillidir; çok sayıda
anadilinin konuşulduğu bir toplumdur. Başka bir deyişle, çok sayıda yurttaş
ikidillidir; hem anadilini konuşur, hem de Türkçeyi. Ama Türkçe bilmeyen
yurttaşlar da vardır.
İkidillik gerçekliği böyle.
'İkidilli eğitim' ise, öğrenci temelinde
ikidillilik anlamını taşıyor: Bütünüyle ailenin talebine ve eğitbilimcilerin
yönlendirmesine bağlı olmak üzere, çocuğun, temel derslerini kendi anadilinde
görmesi, yanı sıra öğreneceği resmî dilde ve seçtiği yabancı dillerde belirli
bir düzeye geldikten sonra da o dillerde göreceği derslerle güçlendirilmesi
biçiminde.
Kürtçe için, öğretmen yok diyenlere:
Öğretmenler barış süreci boyunca eğitilebilir: Türkiye Kürtlerinin bunu
sağlayabilecek yeterlikte dilcilerinin ve yazarlarının olduğu biliniyor.
&
Dil meseleleri[11]
'Çingene'
sözcüğü çoğu yerde küçük harfle başlatılıyor. Oysa ulusal ad ve sıfatları büyük
harfle başlatmak kuraldandır. 'Çingene' için geçerli değil mi aynı kural?
İmla kılavuzlarına baktım, hepsi bir tuhaf.
Dil Derneği'nin, 8. baskısını yapan "Yazım Kılavuzu"nda hem küçük
harflisi var, hem de büyük harflisi. Küçük harflisi neden var, anlayamadım.
Belki dizgi hatasıdır.
Sözcüğün çiçek, renk, balık vb. adlarına
bileşen olarak girdiği durumlarda küçük harfle başlaması genel kurala uygun;
"çingenepalamudu, çingenepembesi" vb. Tıpkı "japonbalığı,
japongülü, çingülü" örneklerindeki gibi...
AKDTYKTDK'nın kılavuzu ise, vur deyince
öldürmüşe benziyor. Bir ara, sözlüklerini Çingenelerle ilgili her tür
ayrımcılıktan arındıracaklarını ilan etmişlerdi. Bu çerçevede olmalı, sözcüğün
bileşen olarak girdiği tüm bileşik ad ve sıfatların büyük harfle başlatıldığını
görüyoruz: "Çingene palamudu, Çingene ahtapotu, Çingene pavuryası"
vb. Bunlar küçük harfli olmalıydı. Umarım düzeltirler.
*
Ayıp
Yanan
kitaplar
Neşe Yaşın pazar günü BirGün gazetesinde
yazdı: Lefkoşa'da Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum barışseverlerin buluşma
yerlerinden Işık Kitabevi, 10 Ağustos 2009 günü kundaklanmış.
Yaşın,
kitabevini yeniden yaşatmak için destek beklediklerini yazıyor.
neseyasin@hotmail.com
&
Ayıp[12]
XWQ meselesini sanki ilk kezmiş gibi
tartışanlar oldu. Oysa 2001 ve 2003 yıllarında da tartışılmıştı bu konu. Şimdi
bir adım ileriden başlansa yine neyse. Ulusal dans: Bir adım ileri, iki adım
geri!
Önceki iki tartışmada hiç değilse söz konusu
harflerin niçin sorun çıkardığı ayan beyandı: Bu harfleri batı dilleriyle olan
içlidışlılığımız nedeniyle bolca kullanıyoruz, ama adlarını nüfusa Kürtçedeki
gibi yazdırmak isteyen yurttaşların talepleri kabul edilmiyor. Sorunun aslı
esası bu: Batı dillerinden gelen geçiyor, Kürtçeden gelen geçemiyor.
Sesbilimsel değil, kültürel bir sorun söz konusu.
Olur ki çeşitli küçük politika çukurlarından
değil de gerçek bir merakla ilgilenen çıkar diye, önceki tartışmalar sırasında
yazılmış dört yazımın adresini veriyorum:
Radikal Kitap'ın 30.11.2001, 28.12.2001 ve
21.11.2003 tarihli sayılarındaki Dil Meseleleri ve haftalık Gerçek Hayat
dergisinin Ekim 2001 tarihli sayısındaki söyleşi.
Aynı yazılar, "Dilimiz,
Dillerimiz" adlı kitabın "Alfabe meseleleri" başlıklı bölümünde
de var (s. 53-57). Anadili
meseleleri için aynı kitabın 198-239. sayfalarına bakılabilir.
&
Barış[13]
Barış İçin Kadın Forumu toplantılarından ilk
ikisi Diyarbakır ve Ankara'da düzenlendi. Diyarbakır'daki foruma katılmış olan
koordinasyon üyesi Ayşegül Devecioğlu şöyle yazıyor: "Her kesimden, farklı görüşlerden, barış isteyen kadınların, savaşı
durdurmak ve birlikte çözüm üretmek ihtiyacının çok büyük olduğunu gözledim".
Bu hafta da, İstanbul'da iki günlük bir
forum düzenleniyor. Kadınlar son yılların 8 Martlarında ve Kürt sorunuyla
ilgili diğer barış toplantılarında ortaya çıkan temel bir sorunu aşmaya
çalışıyor: Barışın bir çatışmasızlık hâli olmanın yanı sıra ortak yaşam için
sağlam temeller oluşturma meselesi olduğunu daha çok Kürtlerin kavraması,
diğerlerimizin ise pek oralı olmaması. İstanbul forumu bu yazgıyı değiştirmek
yönünde iyi bir adım olabilir. Duyuru şöyle:
Yer:
İstanbul Tabib Odası
Tarih:
17, 18 Ekim 2009
Saat:
10.00
1.oturum
Biz
Kadınlar Savaşı Nasıl Yaşadık Yaşıyoruz
2.oturum
Barış
İçin Taleplerimiz
3.oturum
Barış
İçin Neler Yapabiliriz... Taleplerimizi Birlikte Örgütlemek
* * *
Ceylan
Önkol İnisiyatifi, çocukları bile katleden militarizme karşı ses çıkarmak için
bir zincir oluşturmaya çağırıyor.
Yer:
Galatasaray Meydanı, Beyoğlu, İstanbul
Tarih: 15
Ekim 2009 (bugün)
Saat: 19.00
&
"Tamamen korku."[14]
'Torunlar'
sözcüğü, yeni, trajik bir anlam kazandı ve bir kitaba ad oldu. Sözcük bu yeni
kullanımıyla, soylarında kendilerinden iki ya da üç kuşak öncesine denk gelen
bir Ermeni atanın bulunduğunu insanın içini acıtan bir gecikmeyle öğrenen
yurttaşlarımız anlamına geliyor. Kitabı hazırlayanlar, Ayşe Gül Altınay ve
Fethiye Çetin.
Çetin, bu anlamıyla kamu önüne çıkan ilk
"torun"du. 2004 yılında yayımlanan Anneannem adlı kitabında, anneannesinin Ermeni olduğunu
nasıl geç bir zamanda öğrendiğini, öğrenince yaşadığı derin duygusal
çalkantıyı, anneannesiyle azar azar konuşmalarını, onun anlattıklarını, büyük
bir yazar inceliğiyle dile getirdi. Pek çok insan, kitabı ağlayarak okudu.
Çetin'in kitabı gerçek bir öncülük işlevi
gördü. Aynı ya da benzer konumlarda olan çok sayıda insan, yani kadın-erkek pek çok
"torun", derde derman bir pınarı arayıp bulur gibi Çetin'i buldular,
onunla konuşmayı ruhları için şifa saydılar.
Torunların hepsi çok çekingendi. Hepsi,
anlattıklarının aralarında kalması şartıyla konuşuyordu. Ama bu buluşmalar öyle
bir birikim yarattı ki, sonuçta bir kitaba evrilmesi kaçınılmazlaştı ve kitabın
projesi yapıldı, Çetin'in arkadaşlarının da katılımıyla, kabul eden "torun"larla
olan görüşmelerin kayda geçirilmesi biçimini aldı. Kitap şimdi, tarihsel bir
katkı olarak elimizde.
Sunuş yazısını Fethiye Çetin, Sonsöz
başlıklı önemli incelemeyi Ayşe Gül Altınay, Önsöz'ü de ikisi birlikte yazmış.
Kitabın gövdesini ise "torun"ların tanıklıkları oluşturuyor.
Bu kitapta iki anahtar gibi dönüp dönüp
karşımıza çıkan iki sözcük, 'korku' ve 'paylaşmak'. Torunlardan biri,
"Tamamen korku" diyor: "Bu kadar şeyin bilinip de
paylaşılmaması... Tamamen korku." (s. 23)
"Paylaşmak" fiilinin son dönemlerde
sık sık 'dile getirmek, söylemek, anlatmak' anlamında kullanıldığını biliyoruz;
''dinleyicilerimizle paylaşır mısınız?", "okurlarıyla paylaştı"
vb, vb. Fiil bu kez, "Torunlar" kitabında, baskı altındaki
bireylerin, yakınlarına ve giderek topluma açılması anlamına geliyor. Ama ne
büyük endişelerle, nasıl bir basıncın altında! Kitaptan açıkça okunuyor bu
basınç. Çoğu "torun", takma ad kullanmak gereğini duymuş. Bir
"torun" kendi metnini son anda geri çekmiş vb. Açıktır ki kendilerini
güvende hissetmiyorlar. Toplum için ne büyük bir utanç...
*
Ba...
Cumhuriyet Bayramı demokratik bir cumhuriyet
duygusuyla kutlanabilirdi ama, umutlar ertelenmişe benziyor. Nerede yanlış
yapıldı peki?
En temeldeki yanlışlar belli, epey de dile
getirildi: Zora dayalı asimilasyon politikası ve silahlı mücadele yöntemi. Her
ikisini de reddediyor artık çağın bilinci.
Ancak, silahlı mücadele yoluna bir kez
girilmişse, Kürt sorunundaki gibi yıllanmış bir çatışma söz konusuysa, ve en
önemlisi, çatışmanın tarafları artık başlangıçtaki noktada değilse, yapılacak
tek şey var demektir: Çatışmayı bir an önce sona erdirmek, yani barış
çalışması. Bunun için, yanlışları tartışmak önemli.
Atasözüdür: Çıkarken kapıyı çarpma, geri
dönmen gerekebilir. Bireyler kadar, topluluklar için de geçerli bir ilke bu.
Gelgelelim, insanız ve işimiz gücümüz hata yapmaktır. Hatalarımız arasında kapı
çarpmak da vardır.
Kürt sorununda PKK kapıyı çarptı ama, devlet
de çarptı, hem de kaç kez. Bence bunlardan biri, çatışmanın dolaylı tarafları
olan şehit ve gazi derneklerinin özerkliğini hiçe saymak ve mensuplarını
dolaysız taraf haline getirmekti. Abdullah Öcalan'ın yargılandığı duruşma
salonunda dolaysız taraf olarak şehit ve gazi ailelerine yer verilmesi hem ilke
olarak, hem de toplumun geleceği açısından yanlıştı. Devlet orada kendi hükmî
şahsiyetini geri çekmiş, fotoğrafta görünmek üzere mağdur mensuplarını öne
çıkarmak gereğini duymuştu. Öyle sanıyorum ki, barış için adım atıldığında
gazilerin ve şehit ailelerinin kendilerini daha iyi hissetmelerini önleyen
nedenlerden biri de işte bu politika oldu. Oysa silahlı mücadelelerin dolaysız
hedefi, kişi olarak silahlı kuvvetler mensupları değildir. Namlular anonim
hedeflere yönelir o koşullarda...
Şehit ve gazi derneklerini öne çıkarmak,
devletin ektiği rüzgârlardan biriydi. Umarım şimdi fırtınanın önüne
geçilebilir. Ve gaziler ile şehit aileleri, o acılı insanlar, özerkliklerini
korur, siyasi istismarcılara pabuç bırakmaz.
* * *
"Çocuklar İçin Adalet
Çağrıcıları"ndan Mehmet Atak, TMK (Terörle Mücadele Kanunu) mağduru
çocuklardan A.N., H.H.A. ve M.Z.Y.'nin anlatımlarını gönderdi. Çocukların
anlattıkları buraya sığmaz. Ancak, birbirini doğrulayan anlatılar gösteriyor ki
bu çocukları yakalayanlar, önce hastaneye, sonra polis okuluna, sonra da yıllar
boyu kalmak üzere E tipi cezaevlerine götürenler, 12 Eylül dönemine benzer bir
atmosfer yaşatıyor onlara: Dayak, küfür, "terörist p..." vb. sözlerle
aşağılama, susuz ve tuvaletsiz bırakma, muhbirliğe ya da ajanlığa zorlama vb.,
vb. Başka bir deyişle, hâlâ yeni rüzgârlar ekiliyor. Sorumlulara duyurulur.
&
Kadınlardan haberler[15]
Nusaybin
Belediye Başkanı (Şaredara Nisêbînê) Ayşe Gökkan'dan gelen mektupta,
"kadınlar kadın evi açtı" haberi veriliyor ve kitap isteniyor.
Özellikle kadın mücadelesi, devlet, iktidar konulu kitapların, şiir ve
romanların, Nusaybin Belediyesi'ne gönderilmesi ricasıyla.
Bu mektup, Aslıhan Tanhan'ın bin bir emekle
hazırladığı iki kitabı hatırlattı bana: "Tarihin Tanığı: Nusaybin" ve
"Kaniyek ji Mezopotamyayê: Nısêbîn". Kitaplar yayımlanalı birkaç yıl
oluyor, önceki Belediye Başkanı Mehmet Tanhan zamanıydı ve bu iki üründen
birincisinde belediyenin, ikincisinde İstanbul Kürt Enstitüsü'nün katkıları
vardı. Bir yanıyla Mezopotamya ile birleşen, Mardin'in komşusu bu güzel sınır
kentinin, günümüze kaldığı kadarıyla tarihini, inançlarını, folklorunu,
insanlarını, boşaltılmış bazı köyleriyle birlikte, ama elbette çok ana
hatlarıyla tanıtan, biraz belediye resmiyeti ve turistik kaygı da kokan, güzel
baskılı, değerli kitaplardır bunlar.
Türkçe olanındaki unutulmaz fotoğraflar
arasında, "1930-40
yılları arasında muhtarlık yapmış olan, ilk kadın muhtarımız" Fesla
Anter'in büyük bir fotoğrafı da vardır, onun hakkındaki bütün bilgi bu kadar
olmak üzere...
&
Etnik ayrımcılık[16]
DTP etnik ayrımcılık partisi midir?
Ayrımcılık nedir ne değildir?
DTP etnik odaklı bir siyasal parti ama, bu
partinin mücadelesine "etnik ayrımcılık (İngilizcesi 'ethnical
discrimination')" adı verilemez. Tam tersine DTP belirli bir ayrımcılığa
karşı birikmiş tepkiyi dile getiriyor ve o tepkiye dayalı bir mücadele
yürütüyor; tıpkı Bulgaristan'daki, Yunanistan'daki, Almanya'daki ve daha başka
yerlerdeki Türklerin mücadeleleri gibi.
'Ayrımcılık' kavramı, bilerek ya da
bilmeyerek 'ayrılıkçılık' kavramıyla karıştırılıyor. Bu nedenle, bir kez daha
yazmak gereğini duyuyorum:
Ayrımcı tavrın belirleyeni, dışlama ve
ikincilleştirmedir. Dışlamak, yani ilgili kesimin özgül haklarını tanımamak,
bazen varlığını bile inkâr etmek. İkincilleştirmek, yani eşit değil, ikinci
sınıf saymak, hor görmek.
Bizim toplumumuz tepeden tırnağa bir etnik
ayrımcılık toplumu. Eğer üzerimizde birtakım emperyal hesaplar yapılabiliyorsa,
bunun nedeni bol miktarda etnik mutsuz içeren bir toplum olmamızdır.
Hâlâ
"Ne mutlu Türküm diyene" sözünün geçerli olduğunu ileri sürenler var.
Doğru söylemiyorlar: Türkiye'de "Türküm" demek mutlu olmaya hiçbir
zaman yetmedi. Anadili Türkçe olmayanlar her zaman ayrımcılığa uğradı.
DTP, anadilleri Türkçeymiş gibi yap(a)mayan
Kürtlerin haklarını ve Türkiye'de demokratikleşmeyi savunuyor. Bunun adı
ayrımcılığa karşı mücadeledir.
DTP belki Zazacaya ya da Kürtçenin Kurmançi
dışındaki lehçelerine yeterli dikkati göstermiyordur, bu konuda bir şey
söyleyebilecek durumda değilim. Ama DTP'ye etnik ayrımcı diyenlerin de bunu
kastetmediği herhalde açıktır.
*
Kürtlere karşı uygulanan etnik ayrımcılıktan
kurtulmak konusunda alınan yol gerçekte bir arpa boyu bile değil. Sözgelimi,
Kürtler bir Türk boyudur, Kürtçe de Türkçenin bir lehçesi ya da bölge
dillerinden yapılma bir karışımdır gibi tezler artık resmî olmaktan çıktıysa da,
bilim açısından utanç verici olan bu tür dolaysız dayatmalara MHP ve
benzerlerinin söyleminde hâlâ rastlanabiliyor.
Deniz Baykal'ın CHP'si ise şu aralar yine ya
Kürtlük diye bir şey yokmuş gibi davranıyor, ya da "Dersim mantığı"nı
savunuyor. MHP gibi Baykal'ın ve CHP'nin zihniyeti de öneri ve tartışma, yani
rıza temeline dayalı bir cumhuriyet anlayışına hiç mi hiç benzemiyor...
*
Bir güncel nokta daha: Etnik kökenin
sorulması konusunda DTP Milletvekili Hasip Kaplan'a katılamıyorum. Ben, çok
emin olmaksızın, ve yerleşik ayrımcı zihniyetin yaygınlığına baktıkça, resmî
işlemlerde etnik köken sorulmamalı, hatta kişinin kendi talebi olmadıkça kökeni
hiçbir biçimde sorulamamalı diyorum.
Etnik özgürlüklerin genel bir ilke olarak
talep koşuluna bağlanması daha doğru olur gibi görünüyor. Sözgelimi anadilinde
eğitim, talep eden ailelerin çocukları ve bireyler için, resmî dilin yanı sıra
ikidilli eğitim biçiminde düzenlenebilir. Kültürel olanakların sağlanması da
öyle.
Her durumda, bence asıl bakılacak yer,
dışlayanlar ve ikincilleştirenlerdir, yani başta kamu kuruluşları olmak üzere
hepimiz. Ayrımcılığın gerçekten ortadan kalkması için, hepimizin şimdiye değin
ayrımcılığa uğratılmış yurttaşlara karşı içselleştirilmiş bir saygı duyması ve
ona göre davranması gerekiyor.
&
Kamuda olmak, meşru olmak[17]
Kürtlüğün meselesi, benim anladığım
kadarıyla, ta baştan beri, Shakespeare'in ünlü sözüyle dile getirdiği
meseledir: Olmak ya da olmamak. Bu en temel talep sağlanmadığı, Kürtlüğe kamuda
sağlam bir yer açılmadığı ölçüde, tam tamına o ölçüde, Kürtlük de kendi
kamusunu kendisi yaratma eğilimine girmektedir.
Burada "Kürtlük"ten kastım, Kürt
olma özgürlüğüdür. "Kamu"dan kastım ise, sokağa adım attığımız yerden
devletin tepesine kadar, resmî ve gayriresmî tüm toplumsal ortamlardır:
Komşuluk, okul (=genel müfredat ve eğitim), kültürel alanlar, pozitif hukuk,
anayasa... Bütün bunlarda, tarihiyle ve bugünüyle Kürtlük olgusunun gerçekliğe
uygun bir biçimde yer alması: Kamuda yer almak budur.
Oysa
bu konuda yetkili olanlar, yıllardır ve aylardır, bir adım ileri iki adım
gerileri oynuyor.
Yetkili
olanlar yalnızca hükümet edenler değil. Deniz Baykal, "Hiçbir şekilde
teröre dayalı siyasetin kapısını açmamak gerek" demiş. Bu adamcağız nerede
yaşadığını sanıyor, sormak lazım. Bizim buralarda teröre dayalı siyasetin
kapısı açılalı onyıllar oluyor. Zora dayalı asimilasyon politikasıyla
aralanmıştı o kapı, ve "sayın siyasetçiler"in çapsızlığı yüzünden,
içeriye her fırsatta daha hızlı ittiren bir şiddet sarmalı sızmıştı. Şimdi biz
şiddetsizlerin önündeki iş, o kapıyı ardına kadar açılmadan kapatabilmektir.
Zorlu iş.
Baykal da tıpkı diğer siyasetçiler gibi,
siyaset deyince en fazla kendi daracık parti ufkunu görebiliyor; sözlerinde
seçimlere hangi demagojiyle girebileceğinden başka bir fikir belirmiyor bir
türlü. Oysa Kürtlerle konuşarak açılıma iyi bir içerik önerip AKP'yi
zorlasalar, CHP’lilerin seçim için de daha iyi bir konuma gelebilecekleri bir
uğraktayız...
Bu arada, sorulduğuna rastlamadım:
Buralardakine benzer olaylar olarak, Korsikalıları bir yana bıraksak bile,
Paris'in banliyölerinde molotof kokteyli atan göçmen işçi çocukları neye
başkaldırıyorlardı? Ya Kara Panterler zamanının Harlemlileri? Hangi "dış
güçler" tarafından hangi "teröre alet" ediliyorlardı onlar?
Sakın saldırdıkları şey dışlanmışlık filan olmasın?
Kürtlükle ilgili şiddet sarmalının bana en
korkutucu gelen yanı, asıl saldırıya uğrayanın her seferinde Kürtlüğün
meşruiyeti olmasıdır. Bu meşruiyet, bir duygu, bilinç ve hukuk öğesi olarak sağlama
alınmadıkça, sorunun hâle yola girme şansı da sıfırın altına doğru yol alıyor.
Sarmalın her iki yönü de aynı düğümü sıkıştırıyor.
&
"Barış içinde birlikte
yaşamak"[18]
DTP'nin kapatılması sürecinde Haşim Kılıç ve
Cemil Çiçek başta olmak üzere bazı etkili kişiler bu karara dayanak olarak
İspanya'daki Batasuna partisinin kapatılmasını ve AİHM'nin o kapatmayı
onaylamasını andılar ve bu nedenle kendilerine çok haklı eleştiriler
yöneltildi. En iyi eleştiriler ve dayandıkları bilgiler için, Erdal Güven'in 10
Aralık 2009 tarihli Radikal'deki ve Zekine Türker'in 13 Aralık tarihli
Taraf'taki yazılarına, ayrıca başta Wikipedi adlı internet ansiklopedisi olmak
üzere başka kaynaklara bakılabilir.
Acaba yetkililer Batasuna olayıyla DTP olayı
arasındaki benzerliğin yüzeysel ve aldatıcı yönleri olduğunu bilmiyorlar mıydı,
yoksa yine devletin tutarlılığı gibi feodal bir anlayışla manevra mı
yapıyorlardı? Her durumda, AİHM'den DTP lehine bir karar çıkarsa kimse
şaşırmamalı ve bunu Türkiye'yi bölmek isteyen AB'nin bir oyunu olarak
yorumlamaya kalkmamalı, çünkü Bask sorununu şu aşamada Kürt sorunuyla paralel
olarak düşünmek hiç olanaklı görünmüyor.
Bu bağlamda, işin hukuki boyutuyla ilgili
olarak yeni haberdar olduğum sağlam başvuru kaynaklarından birinden söz
etmeliyim: Olgun Akbulut'un "Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Hukuk
Zemini" adlı kitabı.
Olgun Akbulut'u, 'anadilinde eğitim' konulu
panellerde dinlemiştim. En çok yararlandığım konuşmacılardan biridir. Anadili
sorunlarının uluslararası hukukta ele alınış biçimi konusunda somut bilgiler
verip aydınlatıcı olmaya çalışan ve önerilerde bulunan bir bilim insanı.
Beklenebileceği üzere dil ve anadili
sorunları "Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Hukuk Zemini"nde de geniş
bir yer tutuyor, ama elbette işin hukuki (haklar) yönü ön planda tutularak
okunmak üzere.
Dilbilimciler kitapta küçük ve masum bir iki
hata bulabilir, ama bunlar konunun hukuk ve etik bağlantısını etkileyecek
türden hatalar değil. Kaldı ki, dilbilimciler, 'anadili' denince bu alanda
çalışma görevini toplum bilimlerinin diğer dallarına yıkmış görünüyorlar.
Toplumdilbilimciler dahil!
"Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Hukuk
Zemini", ilgili sorunları esas olarak "nüfusun çoğunluğundan farklı,
etnik, dilsel ve dinsel özelliklere sahip grup"lar (s. 3) çerçevesinde,
kuramsal hukuk ve pozitif hukuk düzleminde ele almış. Kitapta özel bir ülke
örneğinde yoğunlaşılmamış. Ancak, verilen örnekler ve ilgili vakalar anılırken,
Türkiye dahil çok çeşitli ülkelere göndermelerde bulunuyor yazar.
Başvuru kaynağı niteliğindeki her kitap gibi
burada da bir dizin ihtiyacı kendini hissettiriyor. Neyse ki içindekiler
çizelgesinin genişliği ve kaynakçanın zenginliği epey gideriyor bu ihtiyacı.
"Barış içinde birlikte [/bir arada]
yaşamak", 1990 öncesinin, yani reel sosyalizm zamanlarının yaygın bir
terimiydi. Günümüzde artık o zamankinin tersine, farklı ülkelerden ya da ülke
bloklarından çok, aynı ülke yurttaşlarının bir arada yaşamasından söz etmek
için kullanılıyor. Kürt sorunuyla ilgili konularda da, uluslararası hukuk
uzmanı Akbulut'un bu değerli çalışmasına çok başvurulacağını tahmin etmek zor
değil.
&
Dil meseleleri[19]
*
başıbozuk
Tokat Reşadiye'de yedi erin öldürülmesiyle
ilgili PKK açıklaması bana 'başıbozuk' terimini hatırlattı: 'Karar merkezî değildi'
diyen bir açıklamaydı.
Sen hâlâ orada mısın diyen çıkabilir:
Erzurum olayından Arınç olayına, Trabzon'dan intiharlara kadar taze
'başıbozukluk' kıtlığı mı? Doğru söze ne denir?
Terim merkezî disiplin temeline dayalı
örgütler açısından yaşamsal bir önem taşıyor. Osmanlıda önceleri gündelik
hayatın düzenine aykırı öğelere verilen adken, zaman içinde düzenli olmayan,
merkezî disiplinin dışında iş gören askerî öğelerin genel adı olmuş ve bu
anlamıyla dünya ortak kültür sözlüğüne de geçmiş: Fransızcada 'bachi-bouzouk',
İngilizcede 'bashibazouks', Almancada 'Baschibosuk' vb. Prof. Günay Karaağaç'ın
"Türkçe Verintiler Sözlüğü", sözcüğün 14 ayrı dilde aldığı biçimi
gösteriyor. Fransızcasını da eklersek 15 eder.
Türkçede ad olarak kullanılmıyor artık pek,
'başıbozuklar' denmiyor. Daha çok sıfat olarak kullanılıyor: 'başıbozuk
davranışlar' vb. Olayın adı ise 'çeteleşme' oldu. 'Derin' sıfatı neresinde peki
bu terimleşmenin? Çeteler, yani başıbozuklar merkez tarafından kullanıldığında,
durumun sıfatı 'derin' oluyor.
Hangi olay ya da vesileydi hatırlamıyorum,
birkaç yıl önce PKK'nın kendi içindeki "çeteleşme"den yakınarak söz
ettiğini okumuştum. Reşadiye olayındaki açıklamada ise böyle bir özeleştiri
yoktu. Dolayısıyla, tarihsel sorumluluk PKK içi merkezî otoritenin üzerinde
kaldı. Diğer güncel benzerleri konusunda sorumluluk bolluğu belli, hangi
sorumluluk hangisine ait, o henüz karanlıkta...
Merkezî disipline dayalı örgütlerin iç
mantığı açısından en yıkıcı durum ise herhalde başıbozukluğun egemen özellik
olmaya yaklaştığı uğraklardır.
&
İkinci aldatmaca[20]
"Açılım" son yılların ikinci büyük
aldatmacası mıdır?
Birincisinin adı "Hayata Dönüş
Operasyonu"ydu. Sonu benzemesin, ama "açılım"ın buraya kadar
olan kısmı fena halde ona benzemeye başladı.
Bir ayrımcılığa son verilmek istendiğinde
tutulacak yol biliniyor oysa: Bir yandan bundan sonrası için o ayrımcılığın
bütün yönleriyle ortadan kalkmasına çalışmak, diğer yandan da topluma vermiş
olduğu hasarı gidermek için pozitif ayrımcılık uygulamak.
Kürtlere karşı ayrımcılık uygulanmış
olduğunun inkâr götürür yanı yok. Her tür karşı çıkışlarının katliama kadar
varan zulümlerle karşılık bulmuş olduğu da açık. Son yıllarda, bu sorunun çözüm
yoluna girer gibi olduğu her aşamada, bu kez milletvekillerine karşı olmak
üzere yeni ayrımcılık türleri yaratılıyor. Oysa Kürt olsun olmasın toplumun çok
geniş bir kesimi içten içe, belki bilincinde bile olmaksızın, eskilerin
deyişiyle 'hayırhah' bir tavır beklentisi içinde.
Şimdiye değin tanık olduğumuz tek pozitif
ayrımcılık uygulaması ise Mahmur'dan gelenlerin ifade vermesi için özel bir yer
oluşturulması ve ifade verdikten sonra gözaltına alınmamaları oldu. Ama o
girişim de Baykal ve benzerlerinin çabalarıyla ânında geri alındı ve sevinen
halkın burnundan fitil fitil getirildi. Bir tür 'Türklük elden gidiyor' havası
yaratıldı.
Dile getirilmeyen bir pazarlık öğesidir
belki de Türklük meselesi. CHP ve benzerleri şunu önermek istiyor gibiler
Kürtlere: Siz üstkimlik olarak Türklüğü kabul edin, biz de belirli kısıtlar
içindeki bir altkimlik olarak Kürtlüğü kabul edelim. Tarihsel alışkanlıkları
gereği, bunu öneri kipinde değil, dayatma kipinde dile getiriyorlar.
Dile getirdikleri de yok aslında. Bütünüyle
benim hüsnükuruntum olabilir bu yorum: CHP'lilerin ve benzerlerinin, Kürtlüğü
herhangi bir biçimde kabul etmek gibi bir niyetleri olduğundan çok emin
değilim. Onlar muhafazakâr, AKP için ise sıfat bulmak zor.
Kürtlere karşı ayrımcılığın ceremesini
çekmek konusunda şimdiye değin inanılmaz bir eşitsizlik hüküm sürdü. Ölenler
de, ölmekten beter edilenler de, klişelerin ardına kapatıldı. Şairin dediği
gibi oldu tıpkı: "Kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik".
Oysa yetkililerin ve etkililerin göstermesi
gereken bütün 'özveri', şoven oylar yönünden uğrayabilecekleri kayıptan ibaret.
Biraz da çaba göstermek belki, yok sayılmış olanın gerçek yerini yeniden
bulması için. Bu çabayı doğrudan kendileri gösterecek de değiller üstelik;
barış bilinci olan tüm meslek grupları çoktandır duyarlılık içinde.
Ve ikinci aldatmacaya gerçekten karnımız
tok.
*
Ayıp
18 yaşından küçük olup adı 'suç'la anılan
çocukların ad ve soyadlarının açık yazılması hukuka aykırıdır: Çocuklar İçin
Adalet Çağrıcıları (ÇİAÇ) Medya Takip Koordinatörleri'nin bildirdiğine göre,
buna karşın, özellikle TMK mağduru çocuklar söz konusu olduğunda yasaya ve
Medya Etik Kuralları'na uyulmamaktadır.
ÇİAÇ koordinatörleri bundan böyle, 18
yaşından küçük olan suç faili veya mağdurlarının kimliklerini açıklayacak ya da
tanınmalarına yol açacak şekilde yayın yapanları deşifre edip Basın Konseyi'ne
bildireceklerini ve gerekirse haklarında kanuni yollara başvuracaklarını
belirtiyorlar. Verdikleri bilgiye göre, 5187 sayılı Basın Kanunu'nun 21/c
maddesi, 18 yaşından küçük olan suç faili veya mağdurlarının kimliklerini
açıklayacak ya da tanınmalarına yol açacak şekilde yayın yapanların 20 bin
TL'ye kadar adli para cezasıyla cezalandırılmasını öngörmektedir.
&
Çocuklara
kıymayın efendiler![21]
Kolluk güçlerince 'toplumsal olaylarda'
sokaklarda ve bazen de evlerinde yakalanmış çocuklar Terörle Mücadele Yasası
çerçevesinde erişkinlerle aynı koşullarda yargılanıp hapse atılmaktadır. 2009
yılı başlarında, bu fecaate uyanan yurttaşlar birbirini uyarmaya, gelişmelerden
haberdar etmeye ve birlikte tavır almaya başladılar. Hukukçular durumu takip
ettiler, başta Mehmet Atak olmak üzere insan hakları savunucuları kesintisiz
bir duyarlık zinciri oluşturdular.
Kendi yazılarıma bakıyorum, sekiz ay önce, 2
Nisan 2009 tarihli Radikal gazetesinde durumun aciliyetine değinerek,
"evrensel çocuk haklarının gerektirdiği tüm yasal düzenlemeleri hemen
gerçekleştirmek" gerektiğini yazmışım. Şimdi aradan dokuz ay geçmiş ve
"Terörist p..ler" muamelesiyle hapse atılan çocukların sayısı üç bin
beş yüzü aşmış durumda.
Bu gerçeklik bizim toplumumuzda 'çocuk'
kavramıyla ilgili olarak yürürlükte olan zihniyeti ortaya koyan belki de en
tipik olgulardan biridir. Sözünü ettiğim yazıda da saymıştım bu zihniyetin
öğelerini:
1) Bizde çocuğun sürüsüne bereket, halkta çocuğun bini bir
para.
2) Çocuktur, bir şeyden anlamaz.
3) Fazla şımartmayacaksın, dayak cennetten çıkmadır.
4) Filistin intifadasındaki gibi burada da çocukların etkili
olmaması için caydırıcı olmak gerekir...
Aynı yazıda, Kürt sorunuyla ilgili olarak yeni
bir "inkâr ve imha" politikasıyla karşı karşıya olduğumuzu da
belirtmiştim: Bu kez inkâr ve imha edilen, çocukluktur.
23 Nisan'da konuyu
yeniden yazdım. Hukukçulardan öğrendiğim üzere, TMK kapsamına alınan çocuklar
açısından Çocuk Koruma Kanunu hükümlerinin eksiksiz uygulanacağına ilişkin bir
yasa hükmü gerektiğini belirttim.
29 Ekim'de (evet!
Yine kurucu günlerden birinde) yine yazdım, çocuklara cezaevinde 12 Eylül
dönemine benzer bir atmosfer yaşatıldığı, 12 Eylül zamanında Diyarbakır
Cezaevi'nde ekilen rüzgârlardan hangi fırtınalar biçildiyse şimdikilerden de
aynı fırtınalar... Demeye kalmadı, "açılım"dan umut kesen çocukların
yaşadığı semtler, tıpkı Paris banliyöleri gibi bir bir patlamaya başladı.
Şimdi bu kısır döngünün kırılması için, etkili
birilerinin çok açık sözlü özeleştiriler yapması ve şu ankinden yüz seksen
derece farklı bir toplumsal ortam yaratılması gerekiyor.
Okumakta olduğunuz
bu notu 16 Aralık 2009 Perşembe günü yazıyorum. Umarım Varlık dergisinin bu
sayısı çıktığında ortam değişmiş, ufukta birazcık da olsa umut belirmiş olur.
Ama bir kez daha,
çocukların kurtarılmasından her birimizin, toplumun tüm mensuplarının sorumlu
olduğunu söylemeden bitirmeyeyim. En yetkili olanlar, yani Meclis, yani idari
ve adli personel, en çok sorumlu olmak üzere...
Ayıp[22]
Abdülkadir
Çevik, 30.12.2009 günü saat 22.00 civarı, TRT2'de konuşuyor; teröristlerin,
çocuklara taş attırıp onların tutuklanmasına, dayak yemesine, hapse girmesine,
kötü muamele görmesine neden olduklarını söylüyor.
Program sunucusu ya da diğer katılımcılar
irkilmiyor bu sözden. Demek ki kolluk güçlerinin uyguladığı dayak ve kötü
muamelenin sorumlusu, onlara göre de mağdurlardır. Demek ki yurttaşlara yasada
olmayan cezaların uygulanabildiği gerçeğini bilince çıkaramıyor o programda
hazır bulunanlar. Ceza yasasında öngörülmeyen cezaların, yani dayak ve kötü
muamelenin, yani işkencenin, uygulamada yer bulabilmesi için bundan elverişli
bir ortam düşünülebilir mi?
Dayak atmak, kötü muamele uygulamak, işkence
yapmak, tacizde bulunmak, tecavüz etmek... Bunlar bizim toplumumuzda hâlâ,
duruma göre az ya da çok meşru görülebilen uygulamalar. Hukuken yasaklanmış
olmaları, çokları için tam bir ikiyüzlülük.
&
Ayıp[23]
Selendi'de orman kanunu, yani güçlü olan
üstün geldi, Selendi bir grup yurttaşa dar edildi. Bir toplum için bundan büyük
ayıp olur mu?
Sorumluluk kimde peki? Sorumlu aramak
ferasetini gösteren, kimin ya da kimlerin güçlü olduğuna baksın.
Olup bitenleri "açılım"a bağlayan
yurttaşlar oldu: Açılım yurttaşları ayrıştırdığı için linçler oluşuyormuş...
Benzetmek gibi olmasın ama, Çorum, Kahramanmaraş, Sivas... Onlar da mı
"açılım"ın sonuçlarıydı? Yoksa tümü birden, bir türlü açılamayışın,
yani bilinç sahibi olamayışın sonuçları mı?
Bu arada medyatik kimselerin
"Çingene" sözcüğünü terk edip onun yerine "Roman" demeleri
bana "sakat" sıfatının terk edilip önce "özürlü" sonra da
"engelli" denmesini hatırlatıyor. Sözcükle birlikte ayrımcılık da
terk ediliyor olabilir mi?
Ayşegül
Devecioğlu'nun güzelim "Ağlayan Dağ Susan Nehir" romanını okuyunuz.
&
Açılım, Kürt sorunu, BDP kongresi...
Milletvekili Sabahat Tuncel yanıtlıyor[24]
Sabahat
Tuncel, Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) kapatılmasıyla Barış ve Demokrasi Partisi'ne
(BDP) geçen milletvekillerinden. Geçen yıl kendisiyle aynı panelde söz
almıştık. 24 Ocak 2010 Pazar günü, BDP'yi ve 1 Şubat'ta yapılacak kongresini
konuşmak üzere İstanbul'da buluştuk.
Tuncel iyi bir konuşmacı, enerjisi
üstlendiği görevleri karşılayan, önemli bir kamusal kişi. Partisinin
görüşlerini dile getirirken pek az klişeye başvuruyor ve kişisel görüşlerini
söylerken de kendini partisinden ayrı tutacak bir fırsatçılığa düşmüyor.
Röportaj öncesi biraz sohbet ediyoruz. Dile
getirdiği kaygılar ve özlemler paylaşılmayacak gibi değil. Kendisine eşlik eden
diğer genç BDP'li kadınlarla da öyle. Soru çok ama, bir yerden başlamak
gerekiyor.
Necmiye
Alpay- BDP'nin bir 'Türkiye partisi'
olmak konusunda DTP'den farklı bir atılımı
olacak mı?
Sabahat
Tuncel- DTP'nin Türkiye partisi olmasını
önleyen, AKP'ydi, devlet protokolüydü. DTP Kürt sorununun demokratik ve
barışçıl çözümünü, kadın özgürlüğünü ve ekolojik bir yaşamı savunan programı
ile bir Türkiye partisiydi zaten. 2,5 yıllık parlamento deneyiminde de dikkat
ederseniz işsizlik, yoksulluk sorunundan kadın sorununa, ekolojik sorunlardan
demokrasi sorununa kadar birçok
konuda
parlamentoda ana muhalefet rolü oynadı.
Ancak sadece Kürt sorunuyla ilgili
görüşlerimiz daha çok yansıdı. Biz şunu her fırsatta dile getirdik. Türkiye’nin
demokratikleşmesi Kürt sorununun doğru çözümünden geçer. Çoğu zaman bize şu
eleştiri yapıldı. DTP kendisini muhatap göstermiyor denildi. Oysa gerçek olan
Kürt sorununun çözümü konusunda görüş ve önerilerimizi paylaşacak bir muhatap
göremedik karşımızda. Bizimle görüşmeyi, görüşme taleplerimizi ısrarla
reddettiler. Biz yokmuşuz gibi davrandılar. “Muhatabımız halktır” gibi muğlak
bir nakaratı tekrarlayıp durdular. Başbakan bizimle bir defa görüştü o da
kamuoyunun baskısı sonucu o görüşmede de başbakan olarak değil “AKP Genel Başkanı”
olarak görüştü. Bir söz vardır bilirsiniz “bir çiçek açmayla bahar gelmez”. Bu
görüşme de Türkiye demokrasisi ve sorunların çözümü için iyi bir adım
olabilirdi, ne yazık ki Başbakan Kürtlerin siyasi temsilcileri ile görüşme
cesaretini gösterememiş, demokrasi de başka bahara ertelenmiş oldu.
Türkiye partisi olmak Türkiye’de yaşanan
tüm sorunları kendi sorunu olarak görüp onun ışığında politikalar üretmektir.
Bu anlamda biz DTP ile siyaset yaparken de Türkiye partisiydik. BDP ile
yürümeye karar verdiğimizde program ve tüzüğümüzü buna göre oluşturmaya
çalıştık. Bence asıl Türkiye partisi olamayanlar Türkiye'de yaşanan Kürt
sorununu görmeyen veya bunu bir “terör sorunu” olarak gören zihniyete sahip
olan partilerdir. O nedenle sadece Kürt sorununun çözümü ve farklılıkların
kendisini ifade etmesini bir demokrasi ve özgürlük sorunu olarak görüp bu
konuda proje üreten ender partilerden biriyiz.
Şimdi 1 Şubat'ta yapılacak kongremize bu
konuda daha gelişmiş bir programla hazırlanıyoruz.
Programda yalnızca Kürt sorununa
odaklanmıyoruz. Genel olarak özgürlükler, emeğin sorunları, cinsiyetçilik,
milliyetçilik, militarizm ve ekolojik soruna kadar hepsi Türkiye'nin
sorunlarıdır ve biz bu konulardaki en ileri tavrı benimseyen partiyiz. Gerçi
programlar okunmaz ama, biz oraya yazdıklarımızı önemsiyoruz. Örneğin kadın
kotasını % 40'a çıkarmamız, eşbaşkanlık uygulamamız,
cinsiyetçiliğe
karşı tavra verdiğimiz önemi gösteriyor.
BDP olarak geçmiş deneyimlerimizin ışığında
geleceği karşılamak ve demokrasi ve özgürlük mücadelemizdeki ısrarı bir kez
daha belirtmek istiyorum. Devlet bizi bölgeye sıkıştırmak, önümüzü kesmek
istedi. Biz BDP olarak buna izin vermeyeceğiz. Türkiye partisi olmaktan anladığımız,
bir Karadeniz'in santral sorunu mu var, o konuya eğilmek, çözüm üretmek; bir
Akdeniz'in başka sorunu mu var, işsizlik sorunu mu var, o konuyla ilgilenmek,
çözüm üretmek. Ekoloji sorunlarını başka hiçbir partinin ele almadığı kadar
ayrıntılı bir şekilde ele alıyoruz. Farklılıklarımızı bir tehlike görenlere
inat, farklılıklarımızı demokrasi ve barışın teminatı olark görüp yolumuza
devem edeceğiz. Ve biz inanıyoruz ki daha da büyüyeceğiz. Bakın DTP'ye
katılmamış olan pek çok aydın BDP'ye katıldı. Bu katılımı oldukça anlamlı
buluyoruz.
Devlet tüm kurumları ile Kürtlerin siyasi iradesine karşı bir
savaş açmış durumda. Partimizi kapattı. Eşbaşkanımız Ahmet Bey ve
milletvekilimiz Aysel Hanım ve belediye başkanlarımızın da içinde bulunduğu 37
arkadaşımıza siyaset yasağı getirilmiş, seçilmiş belediye başkanlarımız, meclis
üyelerimiz elleri kelepçelenerek tutukluyor, biliyorsunuz, tutuklananların
sayısı 1000'i geçti.
Kürtlere
demokratik siyaset kanallarını kapatmaya çalışıyor. Ancak bence devlet ve onun
sözcüsü AKP şunu unutuyor: Kürt halkı örgütlü bir halktır, ne istediğini, ne
için mücadele ettiğini biliyor ve özgürlük ve demokrasi için 30 yıldır çok
büyük emek ve bedel ödedi bundan sonra da bunu ödemeye hazırdır.
Devlet bu gerçeği görerek Kürt halkını
tanımalı, ve halk olmaktan kaynaklı haklarını anayasal güvenceye almalıdır.
Aksi takdirde yaşanacak kaos ve gerilimin nedeni AKP hükümeti olacaktır.
N. A.- KCK operasyonları bahane oldu galiba. Bu KCK
olayı sanıyorum birçok kişiyi korkuttu, yeni bir yasadışı örgütlenme çıktı gibi
kaygılar oluştu.
S.
T.- Evet, özellikle 29 Mart yerel
seçimlerinde halkımız bizim politikalarımızı kabul ettiğini ve bunu savunduğunu
sandıkta gösterdi. Bu durum devletin Kürt politikasını gözden geçirmesini
beraberinde getirdi. O nedenle “demokratik açılım” gibi bir süreç başlatıldı.
Ancak bu süreç Kürt sorununu çözmek değil. Açığa çıkan bu talepleri nasıl en
asgari düzeye çekerim anlayışıdır. Esasta sorunu tanımlama değişmemiştir.
Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül'ün dediği gibi devletin tüm kurumları bu
projede ortaklaşmıştır. Sorunu “terör” sorunu olarak ele alan anlayış
değişmemiş, tasfiye projesine demokrasi kılıfı geçirilmiştir. O nedenle Kürt
halkının siyasi temsilcilerini, insan hakları savunucularını KCK üyesi olarak
gösterip tutuklama gerekçesi yapıldı. Ve Kürtlerin örgütlü gücü olan siyasi
parti kapatılarak Kürtleri baskı altına almak istenmektedir. Türkiye ve dünya
kamuoyuna da bunlar DTP'li değil PKK'li diyerek Kürt halkı yalnızlaştırmak
istenmiş, bu konuda kısmen de başarılı olunmuştur.
Mesele PKK olunca herkes mesafeli durmayı
seçmiş, yaşanan insan hakları ihlalleri ve devlet şiddeti karşısında sessiz
kalmış, hatta çoğu zaman eleştirileri devlete yöneltmesi gerekirken bize
yöneltmişlerdir. Biz kendimizi hem Kürt halkına hem Türk halkına hem de Türkiye
de yaşayan 72 milyon insana karşı sorumlu görüyoruz. Bu nedenle halklarımızdan
gizlenen gerçeği her fırsatta dile getiriyoruz: Kürt sorunu “terör” sorunu
değildir, bir halkın kimliksel, kültürel olarak var olma sorunudur. Yani PKK
sorunun nedeni değil sonucudur. O nedenle sorun çözüldüğünde PKK de sorun
olmaktan çıkacaktır. Biz PKK'nin ve Sayın Abdullah Öcalan’ın Kürt sorununun
çözümünde dikkate alınmadan gerçek anlamda bir çözüm olamayacağını söylüyoruz.
Bu bir realite. Bugün PKK’nin binlerce gerillası var devlet PKK’ye “dağdasın
sen dağda kal” diyor. Yani sorunu çözmek yerine çözümsüzlüğü çözüm olarak
dayatıyor. PKK silah bıraksın, tasfiye olsun sorun çözülür diyor ve bunu halka
böyle sunuyor. Oysa gerçek bu değil. Bugün Kürt halkının dil, kimlik, kültürel
hakları güvence altına alınmazsa, PKK silah bıraksa bile bu halk haklarından
kimliklerinden kültürlerinden vazgeçmeyecektir. Bunun hem devlet tarafından hem
de dostlarımız tarafından iyi görülmesi gerekir. Bu gerçek görülmeden
geliştirilen her açılım Türkiyenin aydınlık geleceğini karanlıklara çekecektir.
N. A.- Bunu
anlayan, yazıp çizen gazeteciler oldu
aslında. Bölgeyi bilenler, meseleyle yakından ilgilenenler... BDP'nin tüm
Türkiye demokratlarıyla özellikle Kürt sorununun çözümü konusunda şimdikinden
daha geniş bir çaba ortaklığı olabilir mi, bunun biçimleri neler olabilir
sizce? BDP'ye katılan aydınlar oldu, Zeynep Tanbay ve Büşra Ersanlı'yla
birlikte bir grup, üye oldu. Ama bunun dışında neler yapılabilir?
S.
T.- Biz barış ve demokrasi partisi olarak, demokrasi ve barış mücadelesini
kararlılıkla sürdüreceğiz. Bu mücadelede demokrasiden, barıştan, özgürlüklerden
yana olan tüm güçlerle birlikte yürüyeceğiz. Bu ülkenin sorunları hepimizin
sorunudur. Çözümü de birlikte geliştireceğiz. Biliyorsunuz Barış Meclisi,
Demokrasi İçin Birlik Hareketi, Barış İçin Kadın Girişimi gibi girişimler var,
çeşitli platformlar var. Yani hem kadın örgütleri hem gençlik örgütleri, sol,
sosyalist, feminist güçler demokratlar bizim temel ittifak güçlerimizdir.
Türkiye'de demokrasi mücadelesi yürütmek
çok kolay değil biliyorsunuz. Sisteme karşı eleştirileriniz varsa ya “bölücü”
ya da “terörist” olarak damgalıyor sizi sistem ve bunu da medya aracılığıyla
tüm topluma empoze ediyor. O nedenle medya önemli bir alan bu alanın barıştan,
eşitlikten ve demokrasiden yana bir dile ihtiyacı var. Çoğun zaman medya
kullandığı dil ile ırkçılığa, militarizme, cinsiyetçiliğe zemin sunuyor.
Kürtlerin gösterdikleri demokratik tepkiler, eylem ve etkinlikler öyle bir dil
ile veriliyor ki Türk halkı ile Kürt halkı, başörtülü ile açık, dindar ile
dindar olmayan, Ermeni ile Türk arasında daha çok duygu kırılmasına neden
oluyor. Bu konuda en çok da biz zarar görüyoruz tabii.
Devlet bizim sadece yurt içindeki değil
yurt dışındaki çalışmalarımızı engellemek için bile yoğun bir çaba harcıyor.
Geçenlerde Almanya'da Avrupa Sol Partisi'nin toplantısına katıldıktan sonra,
daha önce başka bir arkadaşımız adına alınmış randevulara kendisinin acil bir
işinin çıkması üzerine Almanya'da iken programı iptal etmedik, ben katıldım.
Orada Türkiye Büyükelçiliği'nin 'DTP'lilerle görüşmeyin, DTP Türkiye’de PKK'nin
siyasi kanadı olduğu için kapatıldı' diyerek görüşmelerimizi engellemek
istiyor. Neyse ki görüşme yaptığımız partiler kiminle görüşüp
görüşmeyeceklerine kendilerinin karar vereceğini iletiyor. İlginç bir durum
tabii, kendi parlamenterleri hakkında başka bir ülkeyi böyle bilgilendirmek…
Biz kongreyle birlikte yeni katılacak
arkadaşlarımızla zorlu bir mücadelenin olacağının bilincindeyiz. Ancak bizi
sadece bölgeye sıkıştırmak isteyen, bize nefes aldırmayan yaklaşımlar
karşısında yeni katılımları oldukça anlamlı buluyoruz. Bu ülkede demokrasi,
barış ve özgürlük herkese gerek. O nedenle ortak mücadele kaçınılmaz diyorum.
Parti Meclisi özellikle bu konuda politikalar geliştirmek için çalışan 80
kişilik bir kurul olacak. Biz birlikte yaşadığımıza ve yaşayacağımıza göre her
kanalla bir araya gelmek çok önemli bizim için. Parti Meclisi'nde de çok sayıda
Türkiye aydını yer alacak, almalı.
N. A.- Ufuk
Uras'ın tavrı önemliydi. Ayrıca sol
partiler, Yeni Sol girişimi, ÖDP gibi demokratik çözümü önemseyen gruplar...
bütün bunlar özellikle Kürt sorununun çözümü, demokratikleşme gibi konularda
çaba ortaklığına katkıda bulunamaz mı sizce?
S.
T.- Biz kendimizi sol bir parti olarak
tanımlıyoruz ve halkla özdeşleşmiş bir partiyiz. Ve Türkiye’deki demokrasi
güçleri ile sol sosyalist güçler ile işbirliği ve diyaloğu önemsiyoruz. Ancak
Türkiye’de sol genel anlamda çok güçlü değil. Solun halkla bağ kurma gibi büyük
sorunları var. Çok parçalı bir durum yaşanıyor. Türkiye solu güçlü olsaydı
bugün Türkiye'nin demokratikleşmesi başta Kürt sorunu olmak üzere toplumsal
sorunların çözümü daha kolay olabilirdi. Bizim Parti Meclisi'nde üzerinde
çalıştığımız, bütün Türkiye'yle bu bağlantıyı sağlayabilmek. Tabii bu 1
Şubat'taki kongre olağanüstü kongre. BDP kongre ile bir başlangıç yapacak. Asıl
işimiz bundan sonra başlıyor.
N. A.- Bugünkü
Radikal İki'de Ahmet İnsel'in bir yazısı var...[25]
S.
T.- Okudum evet. Şimdi, Abdullah Öcalan, PKK, bunlar Kürt sorununun bir
gerçeğidir, bir türlü anlaşılamayan nokta bu. Verili bir durumdur. Dağdaki PKK
ne yapacak, ne yapılacak, nasıl gelecek buraya? Kimse bu konuda bir şey
söylemiyor. Siyaset yapılmıyor, var olan yasalardan bahsediliyor. Yasaların
değiştirilmesi için çaba gösterilmesi lazım. Biz bu çabayı gösteriyoruz. Bu
konuda Türkiyeli aydınların da aşamadığı bir durum var bana göre. Yani Kürt
sorunu tartışmaları resmî ideolojinin etkisinde kalınarak ele alınıyor. Farklı,
daha gerçekçi yaklaşanlar da var tabii. Şiddetin yaşamımızdan çıkmasını herkes
istiyor. Siz bunun kaynağını göremezseniz, günlük gelişmelere göre rota
belirlerseniz sorun çözülmüyor daha da çıkılmaz bir hal alıyor.
Yani bugün sorunu daha önce de belirttiğim
gibi sorunun kaynağına inmek değil, sonucuyla ilgilenmek ona göre bir yaklaşım
belirlemek olarak görüyorum. O nedenle de Kürtlerin anlaşılmadığını demokrasi
ve barış konusunda devletin adım atması gerekirken bu çoğu zaman Kürtlerden
bekleniyor. Bence sorunun nedeni Kürtler değil devletin Kürtleri yok sayan
tekçi yaklaşımıdır. Bu değişmediği sürece, “düşman” “ bölücü” gibi yaklaşımlardan
sadece Kürtler değil sisteme karşı eleştirisi olan tüm kesimler nasibini
alacaktır.
N. A.- Açılımla
ilgili umutlar yitirildi mi sizce, ne düşünüyorsunuz?
S.T.-
Açılım Kürtlere cezaevinin yolunu açtı. Siyasi iradelerine darbe vuruldu,
kelepçe takıldı. Parti yöneticilerimizin hapse atılmasına neden oldu. Sokakta
halkın gösterdiği demokratik tepkiler terörize edildi. İnsanlarımız linç
edildi. Sokak ortasında öldü... Açılım Kürt hareketini tasfiye hareketine
dönüştü. Ancak tüm bu yaşananlara rağmen bugün olmasa da yarın mutlaka bu
topraklarda barış ve özgürlük kazanacak. Yani AKP bizim umudumuzu kırmaya
çalışıyor, ancak asıl umudu kırılan AKP olacaktır. Bu halkın örgütlü mücadelesi
karşısında tasfiye politikası yürüten AKP kendisi tasfiye olacaktır. Bu açılım
projesinin AKP'nin projesi olmadığı herkes tarafından biliniyor. Arkasında ABD,
AB var. Kürdistan bölgesel yönetimini de yanlarına alarak planlarını başarıya
ulaştırmaya çalışıyorlar. Demokratikleşme konusunda şunu söylemek istiyorum:
Bugün Türkiye'de çok geniş bir kesim
demokratikleşmeden ve barıştan yana tavır koyuyor. Yine Kürt sorunun çözümü
konusunda artık çok geniş bir kesim sesini yükseltiyor. Bence esas olan budur.
Türkiye'de demokratikleşmeyi AKP sağlayamaz. AKP'nin niteliği buna uygun değil.
Ancak bugün Türkiye’de güçlü bir sol seçenek açığa çıkmadığı için bu sürecin
öncülüğünü AKP götürmeye çalışıyor. O nedenle toplumun açığa çıkan değişim
dinamiğinin öncülüğe ihtiyacı var. Burada devrimci bir dinamik söz konusu. Bu
dinamiğin özü kim ise, açılımı da o geliştirir.
Bana göre Türkiye de devlet kendisini
yeniden dizayn ediyor. Yani eski tarz ve yöntemle artık gidemeyeceğini, çağa
göre kendisini yeniden düzenleme zorunluluğunu hissediyor. Bugün Ergenekon
davası, kozmik odada yapılan aramalar, askerin "planlar deşifre oldu iptal
ettik" demesi bu düzenlemenin bir parçası. Yani Türkiye'deki değişim
dinamiği devletin kendisi ve görev verdiği AKP hükümeti olunca gerçek anlamda
bir değişim dönüşüm olmuyor, sistem kendi önüne engel olan yapılanmalarını
ortadan kaldırıyor. Eğer güçlü bir demokrasi dinamiği olan sol olabilseydi,
Türkiye'de gerçek anlamda geçmişiyle yüzleşme yaşanır ve iyi bir başlangıç
olabilirdi. Ne yazık ki bundan çok uzağız.
&
"Üniversitenin
Türklüğü"[26]
1960'lardan bugüne Türkiye üniversitelerinde
çalışan sol akademisyenler araştırmalarında Kürt sorununa genel bir eğilim
olarak (çok az istisnayla) ilgisiz kalmıştır.
Bu saptama, Radikal İki'nin 17.1.2010
tarihli sayısında yayımlanan "Üniversitenin Türklüğü" başlıklı, Esra
Sarıoğlu ve Barış Ünlü ortak imzalı yazıda ele alınan önemli bir tartışmanın
temelini oluşturuyor.
Saptamaya katılmayacak kimse herhalde zor
çıkar. 1990'lara kadar neredeyse tek istisna, bilimsel çalışmaları uğruna
yıllarca hapis yatmayı göze almış olan İsmail Beşikçi'dir. Aslına bakılırsa,
eğer Kürt sorunu Kürtlüğün yok sayılması sorunuysa, ki bence böyledir, genel
akademik ilgisizliğin kendisi de Kürt sorununun belirleyici bir parçasını
oluşturmaktadır.
Yazarlar "sol akademisyenler"
demiş; bunun ne anlama geldiği herhalde açıktır: Bu tür sorunlara, yani
ikincilleştirme sorunlarına sağ zaten ilgisiz kalır, hatta sorunu yaratan
politikaya hizmet eder; ilgi ancak soldan gelebilirdi, ama genel bir eğilim
olarak soldan da gelmemiştir, diyor yazarlar.
Böyle diyorlar ve bunun nedenini soruyorlar.
Kendi yanıtları şöyle: "Cevap içselleştirilen, herkesin içine sindirilen
Türklüktedir".
Bu yanıtta haklılık payı olabilir, ama
bütünü açıklayıcı bir yanıt değil bence. Hatta ilk neden de değil. İlk neden,
reel Marksist hareketlerin, yani sosyalist ve komünist partilerin, her tür
toplumsal olayda açıklayıcı ve belirleyici olarak sınıf mücadelesine öncelik
vermesidir.
Sınıf çelişkisi temel çelişkidir: Bu önkabul
nedeniyle, milliyet ve kadın sorunları reel Marksist gündemde ancak sınıf
ekseni etrafında yer bulmuştur. Sosyalist ve komünist partilere göre bu
sorunlar ve sınıf dışı tüm kategorilerle ilgili ezilme sorunları ancak temel
çelişkinin çözüm yoluna girmesiyle yani devrimle, devrimden sonra çözülebilir.
Başka bir deyişle, Kürtler gibi etnik mağdurlar ile biz kadınlar bu
sıfatlarımızla belimizi doğrultmak için devrimi beklemek zorundayızdır,
şimdilik sınıf mücadelesine odaklanmamız gerekmektedir.
Bu tekboyutçu anlayış bugünkü Marksist
hareketlerin bir bölümünde bir ölçüde ortadan kalktı ama, reel Marksizmin
uzantısı olanlarda hâlâ geçerli. 1960-1980 arasında ise sol içinde genel geçer,
içselleştirilmiş anlayış buydu. Yalnızca Türkiye'de değil, her yerde. Bunun
dışına çıkıp etnik sorunları ya da cins sorunlarını öne çıkaranlar, feministler
dahil, sınıf hareketini böldükleri için burjuvaziye hizmet etmekle
suçlanıyordu. Etnik sorunlarla ilgili tarihsel ve belirleyici tartışma ise
Sovyet devrimi sürecindeki Bund meselesi dolayısıyla, 'milliyetler sorunu' ve 'millî
mesele' adı altında yapılmıştı.
Sözün kısası, sol içindeki akademisyenlerin,
bilimcilerin, araştırmacıların Kürt sorunuyla 1980'li yıllara kadar (Beşikçi'ye
rağmen) pek az ilgilenmiş olmalarının çağın bilinciyle[27]
de ilgisi vardı. Yanı sıra da, özellikle milliyetler konusunda devletin
uyguladığı terör politikasıyla... Yazarların da belirttiği üzere, kim
"Kürt" diyecek olsa Beşikçi gibi hapsi boyluyor ya da partiyse TİP
gibi kapatılıyordu.
1980'lerden ve hele 90'lardan itibaren sınıf
meselesi her yerdeki gibi Türkiye'de de bilinen nedenlerle gündemin ilk maddesi
olmaktan çıkınca, kadınlar küçük feminist gruplar halinde etkinleştiler ve
zaman içinde hatırı sayılır bir düşünsel etkinlik kazandılar. Kürt sorunu ise 12
Eylül'deki devlet terörüyle birlikte tam bir patlama halini aldı ve hızla
kitleselleşti. Konuyla ilgili olarak zaten ağır olan devlet terörü bu kez de
patlama nedeniyle arttı. Araştırmacıların Kürt sorunu konusunu yazmaları bu kez
de bunun için gecikti...
Peki ya "içselleştirilen Türklük"
meselesi?
1970'li yıllarda öğrenci hareketlerinden
tanıştığımız bir Yahudi arkadaşım bir süre önce şöyle dedi bana: Siz o zamanlar
benim Yahudiliğimi görmüyordunuz, saydammışım gibi bakıyordunuz.
Zihnimi yokladım. Yahudi, Ermeni, Kürt... Bu
arkadaşlarımın etnik özelliklerini görmesine görüyordum elbette. Çok da
hoşlanıyordum onların varlığından, hep hoşlanmışımdır, bambaşka ufuklar açar
etnik çoğulluk.
Ama bir yanımla da, bu farklılıkları
'görmeme'yi önemsiyordum, çünkü egemen ideolojiler fena halde görüyordu onları:
Dışlanacak, yabancılanacak, ikincilleştirilecek, silinecek "unsurlar"
olarak. Biz ise, birbirimizin etni ya da cins özelliklerini, eşitlik duygusuyla
görmemeyi seçmiştik. Bu bir yok sayma değildi. Bir bilinç sıçraması
gerçekleştirmeye çalışıyorduk diyebilirim. Sözgelimi, elimizden geldiğinde,
derneğimizin adında "Türk"ten çok, "Türkiye" ya da
"Türkiyeli" sıfatını kullanmamız bundandı.
Kısacası, başlıca iki nedenle
ertelemeciydik: Sınıf çelişkisine tanınan öncelik ve devlet terörü.
&
Görüntü biraz daha net[28]
8 Şubat 2010 Pazartesi günü, iki yıldır
Hrant Dink suikastinin her duruşmasını Beşiktaş Barbaros Meydanı'nda izleyenler
olarak ilk kez bir yenilik ve netleşme duygusu içindeydik.
Adalet sorumluları yönünden gelen bir
yenilik değildi bu ne yazık ki: O cenah hâlâ pisliği perdeleme çabasındaydı;
Hrant Dink bir tanıktan yoksun bırakıldı, tetikçi son günlerde yeni bir
görüşmeci kazanmıştı, vb.
Yenilik, Rakel Dink ile çocuklarının yanına
bu kez Sabahattin Ali'den beri katledilen diğer aydınların yakınlarının da
katılmış olmasındaydı. Onların katılması, Hrant Dink'in öldürülmesinden bu yana
geçen üç yılın (aslında, Sabahattin Ali'den hesaplarsak, altmış iki yılın)
yarattığı kaybolma duygusunu önemli ölçüde azalttı. Manzara daha net artık;
devlet bir adalet kapısı olamamıştır. Ne zaman ki bir suikastin arka planı
karartılıyorsa, devlete cinayette "kusursuz"luk payesi biçilip
tetikçiyle yetiniliyorsa, artık biliyoruz, oradaki suçlu, suçluları
yakalamasını beklediklerimizin ta kendisidir. Görüntü bir taraftan
karartıldıkça, diğer taraftan netleşmektedir.
Duruşma dönüşü, hem bir ruh genişlemesi, hem
de bir beklenti oluştu bende: Suikast kurbanlarının yakınları kendi aralarında
bir araya gelmeye başlayıp ufkumuzu açtılar. Acaba kayıp yakınlarıyla da bir
araya gelemezler mi? Gelmeleri gerekmez mi? Hançerin saplanıp kaldığı yerlerden
biri Agos gazetesinin önü ve Beşiktaş Ağır Ceza Mahkemesi'yse, diğeri de
cumartesi günleri saat 12'de Galatasaray meydanıdır. İnsanlar orada da bir
çıkış yolu arıyor, yıllardır, bir hesap sorma iradesi gösteriyor. Karartma
politikası hâlâ orada da egemen. Arada bir, bir umut kıpırtısı ortaya çıkıyor;
kuyulardan kemiklerin çıktığı haberi, Ergenekon'u işaret eden göstergeler, o
kadar.
Ve gazeteci Nedim Şener, gazeteci Hrant
Dink'in öldürülmesi olayını inceleyen bir kitap yazarak görevini yaptığı için
toplam 28 yıl hapis cezası istemiyle, hâlâ yargılanıyor.
Ve gazeteci Yalçın Ergündoğan´a 105 gün
hapis cezası veriliyor.
Ve Başbakan'ın mizah var diye şikâyet ettiği
internette, özür dilemekten ödü patlamayanlar başta olmak üzere belirli
kişilere yönelik tertipler, hakaretler, kışkırtmalar, hedef göstermeler cirit
atıyor. Düşüncesi merak edilen sitelerde ise karşınıza mahkeme duvarı çıkıyor.
Oysa burası ne Çin, ne Kuzey Kore.
*
Avni Özgürel, 31.1.2010 tarihli Radikal'deki
yazısında, David Fromkin'in Barışa Son
Veren Barış adlı kitabından söz etti. Bu kitapla ilgili olarak
kaydetmek gereğini duyduğum bir sorun var.
Kitabın Sabah Kitapları için çevrildiği
günlerde (1993-94), o yayınevi için düzeltmen olarak çalışma teklifi almıştım.
Editörle konuştuk, birbirimizi deneme çalışması olarak bu kitabın Türkçesiyle
ilgilenmemi kararlaştırdık. Metin çevrildikçe dizilip parça parça bana geliyor,
ben de üzerinde çalışıp editöre geri gönderiyordum. Henüz evlerimizde
bilgisayar bulunmayan yıllar.
Kitap bittiği sıra, editör benden kitapta
bir iki yeri yeniden yazmamı istedi. 1915 Ermeni kıyımıyla ilgili sayfalardı
bunlar. Editöre göre bu sayfalar olduğu gibi yayımlanırsa yasal açıdan sorun
çıkabilirdi. Dolayısıyla, o kısmın biraz yuvarlanması gerekiyordu.
Bana göre, bir yayıncının böyle davranmak
gibi bir hakkı olamazdı. Eğer gerçekten yasal bir sakınca varsa, kitaptaki o
bölüme bir dipnot düşülerek, filanca yasanın falanca maddesine göre yayınevinin
şu kadar satırı atlamak zorunda kaldığı, bunun için yazardan ve okurlardan özür
dilendiği belirtilmeliydi. Bu arada durum, kitabın yazarına ve çevirmenine de
bildirilmeliydi. Bunlar yapılmadan metinle oynandığı takdirde adımın düzeltmen
olarak kitapta yer almasına izin vermeyeceğimi söyledim. Editör kendi bildiğinde
ısrarlıydı, dolayısıyla yayıneviyle ilişkimiz de oracıkta sona erdi.
Barışa
Son Veren Barış 1994 yılında yayımlandığında, kitabın İngilizcesini (A Peace to End All Peace, Penguin
Books, 1991) bulup çevirisiyle karşılaştırdım ve o paragrafların, not filan
düşülmeden ince ince budanmış olduğunu gördüm. İlgilenenler, kitabın IV. Bölüm
26. altbaşlığındaki IV. kısımda ikinci ve dördüncü paragraflar ile devamının
(IV, V, VI. kısımlar) İngilizcesi ile Türkçesini karşılaştırabilirler. Yalnızca
bir iki örnek vereceğim:
İkinci paragrafta, "Türklerle Ermeniler
arasında 1894, 1895, 1896 ve 1909 yıllarındaki kanlı olaylar zihinlerde
tazeliğini koruyordu" diye bir cümle var. İngilizcesi, "The Turkish
massacres of Armenians in 1894, 1895, 1896, and 1909 were still fresh in their
minds" biçiminde. Yani, "Türklerle Ermeniler arasında... kanlı
olaylar" değil, "Türklerin yaptığı Ermeni kıyımları" diyor
yazar; "zihinlerde (their minds)" sözünden kasıt 'Ermenilerin
zihninde' olmak üzere.
İngilizcesi 'massacre (kıyım)' olan
sözcükler Türkçe metin boyunca değiştirilip yerine "olay" sözcüğü
kullanılmış. Bütünüyle çıkarılıp atılmış cümle parçaları da var. Örneğin,
İngilizcesi "there can be no disputing the result: Turkish Armenia was
destroyed, and about half its people perished" olan cümle parçası, Türkçe
kitapta bulunmuyor (Türkçesi: "[V]arılan sonucun tartışılacak tarafı
yoktur: Türkiye Ermenistan'ı yok edilmiş ve halkının yaklaşık yarısı
ölmüştü") vb., vb... 26. altbaşlığın sonuna kadar böyle 21 adet tahrifat
var.
Bunları
görünce, her iki kitabın künyesini ve ilgili sayfaların fotokopisini, aradaki
farklılıkları da not ederek, o sıralar bu konularla ilgilenmekte olan
arkadaşlarıma vermiştim. Sanıyorum yayımlama fırsatını bulamadılar. Ben de daha
sonra üstünde durmayı ihmal ettim. O arada Sabah Kitapları kapanmıştı vb.
Kitabın yeni baskılarının Epsilon
Yayınevi'nce yapıldığını, Avni Özgürel'in yazısı üzerine internette arayınca
gördüm. Bir kitapçıda son baskıyı inceledim: Sabah Kitapları'nda üç baskı
yaptıktan sonra Epsilon'da da 5. baskısını Şubat 2008'de yapmış. Görebildiğim
kadarıyla, sözünü ettiğim sayfalar ilk baskıda nasılsa, bu sonuncusunda da
öylece duruyor...
Demektir ki bunca yıldır bir yandan kitabın
yazarına, çevirmenine ve okuruna, bir yandan da barış ilkesine saygısızlık
edilmiş durumda. Barış demek diyalog demekse, aynı metin farklı dillerde farklı
olmamalıdır.
Bu kaydı düşmekte geciktiğim için kitap
okurlarından özür diliyorum. Umarım tahrifat düzeltilir. Bir yazarın
yazdıklarını doğru bulmak zorunda değilsiniz. Ama doğru bulmadığınız yerleri
kendi bildiğinizce 'düzeltmeniz' olacak şey değildir ve sonuçta kendi
aleyhinize çalışır.
Bu çağda bu ilkeyi yinelemek zorunda
kalmanın da ayrı bir anlamı olmalı.
&
Fikritakip[29]
David Fromkin'in Barışa Son Veren Barış adlı kitabının Türkçe çevirisindeki
tahrifattan söz etmiştim. Nazan Maksudyan, bu kitap dahil, 1915 dönemini de
içeren bir dizi tarih kitabının Türkçe çevirisinde saptadığı tahrifatla ilgili
bir incelemesinin yayımlanmış olduğunu bildirdi.
Maksudyan'ın, "Sessizlik Duvarları:
'Ermeni Sorunu' Bağlamında Çeviri ve Otosansür" başlığını taşıyan bu
kapsamlı makalesinin Türkçesi, BGST yayınlarından 2009'da çıkan İfade Özgürlüğü adlı kitapta,
İngilizcesi de Routledge yayını Critique
dergisinde yayımlanmış.
Bir tür etik belgesi olan bu makaleden,
David Fromkin'den başka, Alan Moorehead, Eric. J. Hobsbawm, A.L. Macfie, J.M.
Roberts gibi yazarların kitaplarını Türkçeden okurken de ihtiyatlı olmak
gerektiği anlaşılıyor. Maksudyan'a katkısından ötürü çok teşekkürler.
&
Sağlık[30]
Suçluluk duygusu, ruh sağlığı vb. demişken:
Bir hekim arkadaşım, Kürt sorununda çeyrek yüzyılı aşan çatışmanın travmaları
iki tarafta da acil yardım gerektiriyor demişti ki, aradan hafta geçmedi, son
10 yılın asker intiharlarından 815'inin ölümle sonuçlanmış olduğu açıklandı.
"Normal" midir bu sayı? Yoksa yaygın ruh sağlığı hizmetinin ne kadar
gerekli olduğunun bir başka işareti midir?
&
Kültürlerarası[31]
Dünyada yaşayan dil sayısının 6 bine yakın
olduğunu, yüzyıl sonuna kadar bunlardan büyük bir bölümünün ölüp gitmiş
olacağını hemen herkes ezberledi ve her fırsatta tekrarlıyor. Bu dillerden
bazılarının şuracıkta yaşamakta olduğu gerçeğiyle ilgilenmek isteyen kaç kişi,
hatta kaç dilci var peki?
Kitap Çevirmenleri Meslek Birliği Çevbir,
"Anadolu Dilleri Söyleşileri"ne devam ediyor. 6 Mart Cumartesi günü yapılan ikinci
söyleşide, anadilleri Lazca, Gürcüce ve Çerkezce olan konuşmacıları dinledik.
Zaman sınırı olmasa, yirmi dört saat konuşabilecek gibiydi küçük salon.
Gerçi tıpkı aile içi ilişkiler gibi, diller
arası ilişkiler de aşk-nefret sarmalına son derece elverişli. En sevecen
anlardan en gerginine bir anda geçilebiliyor. Belki de insanların birbirine
yaklaştığı bütün durumlardaki gibi, demeliyim. Diyaloğun tam da böyle bir şey
olduğunu bilmek gerekiyor belki: Bir araya gelinmese, diğer bilgiler kadar,
içimize neyin işlemiş olduğu, gerginlik yaratan temellerin neler olduğunu da
yakından göremeyeceğiz...
Söyleşilerin devamı ve diğer çeviri/dil
sorunlarıyla ilgili olarak:
www.cevbir.org
*
ABD'li şair Mel Kenne'den, İngilizcesi ve Türkçesiyle
şiirler. Kitabın adı Galata'dan (The
View from Galata). İlk selam Orhan Veli'ye: "İstanbul'u Dinliyorum
Bugün"...
Her ikidilli kitap bize bambaşka bir ufuk
genişliği sunar. Sol sayfada özgün dil, sağ sayfada çevirisi. Dünyayı ve bir
başka dili öğrenmeye çalışan her çocuğa böyle bir tanecik olsun kitap armağan
edilmeli. Çok sayıda yazarın kurmaca yapıtlarını Türkçe-Kürtçe olarak
yayımlayan Lîs Yayınları'nın da böyle bir etkide bulunabileceğini sanıyorum.
*
"İki Dil Bir Bavul": Dil babında
toplumumuzun durumuna ilişkin temel bir kavrayış sağlayan güzelim film. Birinci
sınıf bir sanat eseri olduğunda herkes hemfikir.
Geçenlerde, "İki Dil Bir Bavul"un
anneannesi diyebileceğim bir film gördük: Nora Şeni'nin "Ya
Pazarları?" adlı, 1976 tarihli kısa filmi (26'). İstanbul'daki Fransız
Kültür Merkezi'nde, "İstanbul 2010" programı çerçevesinde düzenlenen
ve Fransa'ya işçi göçünü konu alan bir konferansla aynı bağlam içinde
gösterildi.
Adında "bavul" sözcüğü olmasa da,
ilk sahnelerde devreye giren bavul ve filmin meselesinde belirleyici bir boyut
olan dil sorunuyla, "İki Dil Bir Bavul"un yakın akrabası bu film. Bu
kez, ekmek parası için doğuya değil, batıya giden bir yalnız genç adam söz
konusu: 1970'li yıllarda Fransa'da çalışmaya giden işçilerden biri. Film, genç
bir işçinin peşine düşerek, sömürü ilişkisinin yanı sıra nasıl da dramatik bir
kültürel-dilsel karşılaşmanın yaşandığını gösteriyor. "Göstermek"
fiili burada bütün görkemiyle devrede; filmde çok az konuşma var, yönetmen bize
her şeyi görsel yoldan, olanca ağırlığıyla anlatmayı başarıyor. Bence bir
klasik.
Çok çeşitli bağlamlarda gösterilebilecek bir
film "Ya Pazarları?": Dil sorununun öne çıktığı tüm ortamları,
işçileri ve genel olarak kültürlerarası karşılaşmaları ilgilendireceği kadar,
sinemaseverler için de vazgeçilmez bir yapıt.
Şeni, 1970'li yıllarda Fransa'da öğrenciyken
yapmış bu filmi. Yaşamöyküsünde, belgeseller yapmaya devam ettiği yazılı.
*
Prof. Dr. Nora Şeni'yi daha önce yazıları ve
kitap boyu çalışmalarıyla tanımıştı kamuoyu: Emperyalist Sistemde Kontrol Sanayii, Marie ve Marie, Camondolar
(Sophie Le Tarnec ile birlikte), Seni
Unutursam İstanbul. Birkaç ay önce de Oryantalizm ve Hayırseverliğin İttifakı adlı çalışması
yayımlandı.
Fransızca yazılıp Türkçeye Elif Ertan
tarafından çevrilen kitapta, 'sadaka-yardım-sosyal yardım-yardımseverlik-insanseverlik-hayırseverlik-kurumsal/bireysel
filantropi' gibi birbirine yakın bir dizi kavram, tarihsel gelişimi içinde ve
Yahudi filantropisi çerçevesinde ele alınıyor. "Balık vermek yerine balık
tutmayı öğretmek" meselini de çağrıştıran teze göre, hayırseverlik
(filantropi), aydınlanmayla birlikte laik bir nitelik kazanan yardımseverlik
türüdür.
Kitap, Parisli Yahudi hayırseverlerle
şarkiyatçılardan oluşan altı kişilik bir kadronun, 1840'ta patlak veren
"Şam Hadisesi"yle ilgili yolculuğuna odaklanarak başlıyor.
"İnsanseverlik mi, Sosyal Devlet mi? Sultan II. Abdülhamid'e Göre
Hayırseverlik" gibi başlıkları da kapsayan aydınlatıcı veriler ve
sorgulamalarla devam ediyor. AKP'nin seçim yatırımı olduğu ileri sürülen kömür ve
beyaz eşya dağıtımını vb düşününce, güncel boyutu da olan tartışmalar bunlar.
Şeni birkaç yıldır, önde gelen
kültürlerarası kurumlardan birinin başkanlığını yapıyor: Geçen hafta sözünü
ettiğim "İslam'ın Psikanalizi" başlıklı konferans gibi pek çok
konferans ve seminerin de düzenleyicisi olan İstanbul Fransız Anadolu
Araştırmaları Enstitüsü (IFEA):
www.ifea-istanbul.net
&
Düğün salonunda panel[32]
Çocukken, az bir şey büyümüşseniz, anneden
ayrılmak sizde hem bir özgürlük duygusu, hem de gitgide koyulaşacak bir ürküntü
yaratır. Buna benzer bir duyguyu, anadilimin konuşulmadığı bir ortamda ilk kez
yalnız kaldığımda yaşamıştım. Çoktandır çocuk değildim oysa o zaman, yirmimi
aşmıştım. Dilini hiç bilmediğim bir ülkeye gitmek kendi seçimimdi üstelik.
Doğru dürüst bir iletişim kuramadan geçen
birkaç günün sonunda (o zamanlar telefon da hak getire) bir sabah kendimi
resepsiyonda otelciye Türkçe bir şeyler söylerken yakaladım. Adam durumu
benimle aynı anda fark etti ve gülerek, Türkçe bilmediğini söyledi. O gülerken
ben ağlıyordum. Annemden ayrıldığım için değil; o konuda yeterince deneyim
sahibiydim. Anadilimden ayrıldığım için ağlıyordum, hem de bütün
kendiliğindenliğiyle.
Bu olay yıllar boyu bende tekil bir olgu
olarak kaldı, anadili kavramını bilince çıkarıncaya kadar daha genel bir
bağlamın içine oturmadı. Şimdi, anadili farklı olan çocukların okuldaki
duygularını anlamaya çalışırken, benim o erişkin ve çok tanımlı konumda bile
yaşadığım yurtsamanın yerini bir dehşet duygusunun alabileceğini biliyorum: Çocuktaki
anne özlemine, tanınmamayı, tanımlanmamışlığı, yabancılamayı, zorlanmayı
eklemek gerekiyor.
13 Mart 2010 Cumartesi günü Gaziantep'teki Eğitim-Sen
şubesi "Anadilin Önemi ve Eğitimdeki Yeri" konulu bir panel
düzenlemişti. Panelin yeri, Hollywood Düğün Salonu!
Gaziantep, hatırı sayılır miktarda Kürt göçü
alan illerden biri. Dolayısıyla, veliler ve öğretmenler dil sorunuyla karşı
karşıya. Ancak, her yerdeki gibi burada da dört eğitim sendikası içinde bu
sorunla ilgilenmek cesaretini gösteren yalnızca Eğitim-Sen.
Gerçekten de cesaret söz konusu, çünkü
sendika bu nedenle az baskı görmedi. Başlangıçta tüzüğüne "anadilinde
eğitim" talebini yazdı diye az kalsın kapatılıyordu. Kapatılmamak için bu
talebi tüzüğünden çıkarmak zorunda kaldı ve baskılar/korkular nedeniyle
üyelerinden bir bölümünü yitirdi.
Cumartesi
panelinin, parayla tutulan Hollywood Düğün Salonu'nda yapılması da bir tür
baskının sonucu. Büyükşehir Belediyesi'nin salonu, onarımda olduğu için
verilememiş. Şehit Kâmil Belediyesi, Ticaret Odası gibi salon sahibi olup bunu
bir kamu hizmeti olarak diğer kitle örgütlerine açan kurumlar, Eğitim-Sen'e
açmamışlar kapılarını.
*
Çocuklar önce anadili politikalarının ve
diğer ayrımcı zihniyetlerin mağduru, sonra TMY mağduru. Emniyet binalarından, mahkemelerden
ve cezaevlerinden, büyüklerle aynı koşullarda, aslında çoğu kez büyüklerin de
geçmemesi gereken koşullarda geçiyorlar; küfürler altında, berbat şeyler
yiyerek, yanlış hukukla yargılanarak...
Basında ise hâlâ "taş atan
çocuklar" diyenlere rastlanıyor, sorunun odağında taş atıp atmamak
yatıyormuş gibi. Hatta, "terör mağduru çocuklar" gibi kastı belirsiz
adlandırmalara başvuranlar var. Oysa ÇİAÇ (Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları)
girişimcileri böyle özensizlikleri yeterince tartışıp eleştirmişti.
Hükümet bugünlerde TMY mağduru çocukları
ilgilendiren üç maddelik bir yasa değişikliğinden söz ediyor ama, hukukçular
bunun sorunu çözmekten uzak bir önlem olduğu görüşünde. ÇİAÇ girişimleri
duyarlık sağlamak için hararetli çabalar içinde...
&
İzmir'de şiir[33]
*
Şiir günlerinin uluslararası konukları,
Makedonyalılar. Gruba çevirmenlik yapan Biba İsmail'le sohbet ediyoruz,
Makedonya'nın demokratik ruhunu öyle bir anlatıyor ki, insanın gözü kalıyor:
Oradaki Türk, Arnavut, Roman, tüm azınlıkların anadillerinde eğitim dahil her
tür kültürel haklarını sosyalist zamanlardan bu yana kullanabildiklerini anlatıyor İsmail.
Gazeteleri, kitapları, müzikleri, hep özgür olmuş. Anayasada yazılı mı bütün
bunlar diye soruyorum, evet diyor, yazılı.
Makedonya'da dört yıl yaşamış olan
eleştirmen Çiğdem Ülker'le konuşuyorum bu konuyu, İsmail'in bir çoğunluk
mensubu olarak her şeyi biraz fazla pembe gördüğünü söylüyor Ülker: Haklar
tanınmış ama, azınlıklar Makedoncayla kuşatılmış hissediyorlar kendilerini diyor.
Bu sorunlar o kadar kolay çözülmüyor.
Bence yine de Makedonya anayasasına bir
bakmakta yarar olabilir.
*
Bu yılki panel başlıklarından biri
"Şiir ve Öteki"ydi. Yeni gözde kavramımız, "öteki". Bu
kavramın Türkçedeki yazgısını 'oryantalizm'in yazgısına benzetiyorum
düşündükçe: Edward Said'in kitabı çevrilirken, bu sözcük ve kavram Türkçeye
yeni giriyormuş gibi davranıldıydı. Oysa 'şarkiyatçılık'tı bu işin Türkçedeki
yerleşik adı.
'Öteki' için de benzer bir süreç işledi,
'ağyar'ı unuttuk. 'Oryantalizm' çıkınca nasıl hep birlikte, içeriğini tam
olarak anlamadan 'oryantalizm karşıtı/ antioryantalist' kesildiysek, şimdi de
aynı biçimde hep birlikte 'ötekileştirme karşıtı' kesildik.
Panel konuşmacılarından Akif Kurtuluş bu
ezberciliği bozuyor, ötekileştirme karşıtlığının da bir tür güç ilişkisine
dönüşebildiğine dikkat çekiyor... Ama o da ne? Onun ardından söz alanlarla
birlikte plak yeniden dönmeye başlıyor. Oysa panelin yöneticisi, ruh hekimi
şair Yusuf Alper, 'ben-öteki' ilişkisinin doğumla birlikte başlayan, bir
yanıyla kaçınılmaz bir ruhsal süreç olduğunu anlatarak başlatmıştı sözü.
*
Şiir günlerinde Türkçenin ötekileri nerede?
Kürtçe, Ermenice, Lazca, Gürcüce şiir yazanlar? Bunu sormaya panelde vakit
kalmıyor, sohbet arası soruyoruz, önceki yıllarda Hicri Özgören gelmiş gerçi,
Türkçenin yanında Kürtçe bir şiir de okumuş...
*
*
İzmir'de
gelecek yıllarda yapılacak şiir buluşmalarına çağrılacaklara tüyo: Hazırlanacak
kitap için sizden yaşamöyküsü, şiir, yazı vb. isterlerse, istedikleri tarihte
göndermeye bakın, çünkü bu Düzenleme Kurulu dediğini yapıyor, kitabı şiir
günlerine gerçekten yetiştiriyor. Bu yılki kitabın adı Dünyanın Şiiri İçin...
*
Ayıp
Sinema sanatçısı Volga Sorgu şöyle demiş:
"Ben Alevi, Zaza, Dersimli ve sol kimliğimle kendimi güvende
hissetmiyorum" (22.3.2010 tarihli Radikal). Haksızsınız denebilir mi?
Belki ancak şu söylenebilir Sorgu'ya: Dua edin ki bu özelliklerinizin yanında
bir de Ermeni ya da gey değilsiniz.
*
Mazlum-Der'i nefret nesnesi/konusu edinmemiş
bir örgüt, İslamcı bir insan hakları örgütü sanırdım. Pazartesi günü İstanbul
şubesinin imzasını "Bakan Selma Aliye Kavaf'a Açık Mektup"un
altındaki bir dizi STÖ arasında görünce, çokları gibi onların da faşizmin
standart nefret konularından geyler konusunda Kavaf'a destek verecek ölçüde
sıra içi olduklarını anladım. Umarım bir gün derneklerini yalnızca 'kendilerine
mazlum' olmaktan çıkarırlar.
*
Dil
meseleleri
Akif Beki, demokrasi için, "çoğunluğun
sultasıdır" diyordu (17.3.2010 tarihli yazısı).
Sulta!
Yani, baskı ve otorite kurmak. 'Sultan' ve 'saltanat' ile aynı kökten (Arapça).
Bu
nerenin demokrasisiydi kardeş?
&
[1]
23.4.2009 tarihli Radikal.
[2]
30.4.2009 tarihli Radikal
[3]
7.5.2009 tarihli Radikal
[4]
14.5.2009 tarihli Radikal.
[5]
18.6.2009 tarihli Radikal.
[6]
9.7.2009 tarihli Radikal.
[7]
16.7.2009 tarihli Radikal.
[8]
23.7.2009 tarihli Radikal.
[9]
30.7.2009 tarihli Radikal.
[10]
6.8.2009 tarihli Radikal.
[11]
20.8.2009 tarihli Radikal.
[12]
1.10.2009 tarihli Radikal.
[13]
15.10.2009 tarihli Radikal
[14]
29.10.2009 tarihli Radikal
[15]
19.11.2009 tarihli Radikal.
[16]
3.12.2009 tarihli Radikal.
[17]
10.12.2009 tarihli Radikal
[18]
17.12.2009 tarihli Radikal
[19]
24.12.2009 tarihli Radikal
[20]
31.12.2009 tarihli Radikal.
[21]Varlık
dergisinin Ocak 2010 sayısı, “Terörle Mücadele Kanunu Mağduru Çocuklar”
başlıklı Kültür Gündemi dosyası.
[22]
7.1.2010 tarihli Radikal.
[23]
14.1.2010 tarihli Radikal
[24]
1.2.2010 tarihli Radikal.
[25]
http://www.radikal.com.tr/radikal2/kurt_sorununda_seffaflik_geregi-976319
[26]
4.2.2010 tarihli Radikal.]
[27]
Diğer adıyla, zamanın ruhuyla.
[28]
11.2.2010 tarihli Radikal.
[29]
18.2.2010 tarihli Radikal
[30]
4.3.2010 tarihli Radikal
[31]
11.3.2010 tarihli Radikal
[32]
18.3.2010 tarihli Radikal.
[33]
25.3.2010 tarihli Radikal