Başka pek çok eğilim gibi ırkçı ve ayrımcı
ideolojiler de dilde yuvalanıyor; deyimler, küfürler, kalıplaşmış benzetmeler
biçiminde.
Dünyada bunlardan içermeyen bir dil
bulunabileceğini sanmıyorum. Gelgelelim, bir soruşturma yapılsa çoğu kişi kendi
dilinde böyle sözlerin bulunmadığını öne sürecektir. Örnek verseniz, bu kez bu
sözlerin ırkçı ya da ayrımcı bir kasıtla kullanılmadığını söyleyecektir. Bazen
doğrudur da bu söylenen; bunların bir bölümü deyimleşmiş sözlerdir, dolayısıyla
kasıtları söylediklerinin ötesindedir. Ne var ki, cehenneme giden yol da iyi
niyet taşlarıyla döşenmiştir. Üstelik bu tür sözler ne kadar deyimleşirse
deyimleşsin, çoğu açık adlandırmalarla yapılmıştır, asılları astarları
meydandadır.
Almanya'da yaşayan Mesut Hastürk, Almancada Türkleri
hedef alan ırkçı sözleri derleyip yollamış. İşte Hastürk'ün mektubundaki
listeden bir bölüm:
"'Einen
Türken Bauen':
Sahtesini
yapmak. Aslına benzerini yapmak, kopye etmek anlamlarında kullanılır. Bu
deyimin nerden geldiği konusunda bir çok iddia var, ancak en yaygın olanlardan
biri, 1895 senesinde Kayzer Wilhelm Kanalı’nın açılış törenine katılan Osmanlı
gemisi limana yaklaşırken karşılama bandosu onların marşını ve notasını bulamaz
ya da bilmemektedir ve uydurma bir biçimde 'Ey güzel ay öyle nazlı gidiyorsun'
anlamında bir parça çalar.(...)
'Kümmeltürke':
Hall kenti
civarında yaşayan talebeler için kullanılan bir değersiz kılma sıfatı. Halle
civarında çok sayıda Kümmel (Kimyon ve Çimen, Çöreotu anlamında) tarlası vardır. O bölgeden öğrenciler
yanlarında bu ottan getirdiklerinden onlara hakaret ya da aşağılama anlamında
Kümmeltürke denmiştir. Türkler ile çöreotu arasında bir ilgi de kuruluyor anlam
bakımından. Kaba herif anlamına geliyor aynı zamanda.
'Hekmek':
Savaş esiri
olarak Almanya’da bulunan türklerin 'ekmek' demelerinden ileri geliyor. Alman
bekçiler ve gardiyanlar 'mach kein Hekmek' deyimini kullanıyorlar. Yine 'kes
sesini?' içeren bir buyruk olarak algılanmalı.
'Türk oder
Sultan':
Köpek adı.
Özellikle ısırıcı ve tehlikeli köpekler için kullanılıyor.
'Türkenblut':
Koyukırmızı şarap.
'Türkenmäßig':
Dar alanda
şiddetli kavga yaparak, cenk ederek, kavga çıkartarak.
'Türkenstecher':
Birini ölüm ya
da öldürücü darbe ile tehdit eden.
'Getürkt':
Sahtesini
yapmak. Gerçeğe benzerini yapmak, aldatmak. Bu deyim 1769 yılında Avusturyalı
buluşçu Wolfgang von Kempelen (1734-1804) tarafından yapılan bir satranç
otamatından geliyor. Otamata yapılan figür bir türk şeklinde temsil edilmiş ve
bu yapay figür ünlü satranç oyuncuları ile makine olarak oyunlar oyanmıştır.
Elbette bu figüre yenilenler makineye dünya çapında ün kazandırmışlardır. Gizli
bölmede aslında canlı oyuncu kullanılan makinedeki bu aldatma prensibi de
Wolfgang’ın türk figüründen dolayı aynı anlama gelmek üzere türkleştirmek aldatmak
anlamında kullanılmaya başlanmış.
(...)
'Türkensattel':
Kafatasıkemiği
'Etwas türken':
Getürkt’te
olduğu gibi düzmecesini yapmak, kandırmak, sahtesi anlamlarında kullanılmakta.
Grimm’de 'ele geçirilmiş düşmana saldırı gösterisi yapmak, cenk gösterisi
yapmak' anlamında verilmiş.
'Einen türken
stellen':
Yukardaki anlama
gelecek şekilde daha sonra çıkmış bir deyim.
'Türkenfurcht':
Türk korkusu.
'Türkenfeindbild':
Düşman türk imgesi/resmi.
(...)
'Du Türke':
Küfür olarak
kullanılır. Çoğunlukla okullarda rastlanan ve alman öğrencilerin öfkelendikleri
zaman arkadaşlarına küfür olarak söyledikleri söz.
'Türkenmischling':
Kırmatürk! Türk
kırması anlamında, anne ya da babası türk olan alman çocuk anlamında bir
değersizlik anlatımı. Küfür."
Mesut Hastürk'ün listesi bu minval üzere
uzayıp gidiyor. İrkiltici, değil mi? Bu sözleri bütün Almanların kullandığını
sanmıyorum. Yine de, bizim toplumumuzda şu tür sözlerin nasıl bir rahatlıkla
kullanıldığını düşününce, irkiltisi artıyor insanın:
"Ne Arabın yüzü ne Şam'ın şekeri;
Çingene çalar Kürt oynar; alavere dalavere Kürt Memet nöbete; Ermeni dölü; sütü
bozuk; Çingenelik etmek; gâvur..."
Dildeki diğer ayrımcılık türlerine gelince,
bir iyi haberle yetineyim: Sakatlara karşı ayrımcılık konusunda gözümüzü açacak
yepyeni bir kaynak var artık elimizde: Nazmiye Güçlü'nün Araba Aldım Kadın Oldum adlı kitabı (Nokta Kitap Yay.).
Dünyanın her yerinde okunacak bence bu kitap.
&
Diyarbakır ve
dönemeç[2]
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi yine
insanın gözünü arkada bırakan edebiyat günleri düzenlemişti. Benim konuşmacı
olarak katıldığım söyleşideki gibi konu "Dilimiz, Dillerimiz ve
Edebiyat" olunca tartışmalarda sona gelinemeyeceği bellidir. Ama hangi noktalarda
odaklanılacağını kestirmek de her zaman kolay değil. Bu yazıda, söyleşideki
başlıca tartışma konularını belirtmeye, biraz da yorumlamaya çalışacağım.
Başlıktaki "dönemeç" sözcüğü bu yoruma dahil.
Bugünlerde "dönemeç" dediğinizde
çoğu kişinin aklı Avrupa Birliği'nin alacağı "üyelik müzakereleri"
kararına gidiyor ama benim kastım o değil. Toplumumuzun iç gerçeklikleri
açısından bugünlerde belirleyici önemde olan "kriterler" şu soruların
çevresinde biçimleniyor: Eğitimin içeriği etnosentrik ve çatışmacı olmaktan
çıkıp demokratikleşecek mi? Komşu halklarla ilgili söylem, düşmanlıkların
geride bırakılması hedefine göre yeniden oluşturulacak mı? Kürtçe başta olmak
üzere ülkemizdeki tüm anadilleri hem öğretim dili olarak hem de öğretim konusu
olarak gereken yeri alacak mı? Yargısı, yasaması ve yönetimiyle devlet,
eğitimcisi, yazar çizeri, iletişimcisi ile Türk aydınlarının çoğunluğu,
devekuşu konumunu terk edecek mi? İlk adımda, Eğitim-Sen'e açılan kapatma
davası "aklanmayla" sonuçlanacak mı?
Bunlar, yurttaşların rızası açısından,
sözcüğün tam anlamıyla yaşamsal "kriterler" gibi geliyor bana.
Toplumun tüm kesimlerinin rızasına dayanmayan hiçbir "strateji" uzun
erimde ayakta kalamıyor. Komşu komşunun yüzüne rahatlıkla, dostça bakabiliyor
mu sorusu belirleyici önemde. Ateş düştüğü yeri yaktığından, ilk adımları
mağdur tarafın atması herhalde kaçınılmazdır; ancak, komşular imdada yetişmeyip
iş bencilliğe döküldüğünde bir cehennem manzarası çıkıyor ortaya.
Sözünü ettiğim söyleşide konuşmacı olarak
Zaza şair Mehmet Çetin ile ben vardık. Benim Kürtçe merkezli bir sunuş yapmam,
Mehmet Çetin'in ise yine "Kürdi diller" merkezli bir sunuş yapmakla
birlikte o arada Türkçenin Avrupa'da anadili olarak uğradığı haksızlığa da
değinmesi, bana göre, komşuların birbirini gözetmesi ilkesine örnekti. Önceden
planlanmış olmadığı için bana daha da iyi geldi bu dayanışma duygusu. Sunuşları
izleyen söyleşide ortaya çıktığı üzere, salondaki büyük çoğunluğun duygusu da
bu yöndeydi. Yalnızca, orada Türkçenin herhangi bir mağduriyetinden söz
edilmesine itiraz eden iki kişi oldu: Kürtçe edebiyat alanında derinleşilmesi
beklentileri nedeniyle düş kırıklığına uğramışlardı onlar.
Bu itiraz bana geçen yıl Diyarbakır'da
Eğitim-Sen tarafından düzenlenmiş olan "Anadilinde Eğitim" başlıklı
sempozyumda konuşmaların yarım gün Türkçe, yarım gün de Kürtçe yapılmasına
öfkelenen, tüm konuşmaların Kürtçe olması gerektiğini savunan bir dinleyiciyi
anımsattı. Salondaki büyük çoğunluktan farklı düşünen bir dinleyiciydi o da.
Anladığım kadarıyla, yıllar süren Türkçe dayatması Kürt yurttaşlardan
bazılarında Türkçeye karşı bütünsel bir tepkiye dönüşmüş durumda. Kürtler
içinde azınlıkta olan bir kesim, Kürtlerin Türkçe konuşmasına ve Türkçeyle
ilgilenmesine karşı çıkıyor.
Söyleşide de söylediğim üzere ben bu
tepkiyi, dayatılmış olanın reddi olarak yorumluyorum. Anadilleri bütünüyle
özgür bir konuma ulaşıncaya kadar, bu tür tepkileri ırkçı ya da milliyetçi
olarak nitelemenin doğru olmayacağı düşüncesindeyim. Burada bir direnme
yönteminin yattığını görmek gerekiyor. Bu direnme yöntemini doğru
bulmayabiliriz, ama ırkçı ya da milliyetçi bulunmasına katılmıyorum. Ne zaman
ki Kürtçenin üstündeki baskılar bütünüyle sona erer, o zaman bu tür tepkiler
sürecek olursa adını Türkçe düşmanlığı, ırkçılık ya da Kürt milliyetçiliği
koyma zemini doğmuş olur. İçinde bulunduğumuz koşullarda ise, dayatılan dili
konuşmayı reddetmenin, bir tür sivil itaatsizlik yöntemi olarak, silaha
sarılmaktan daha iyi bir yöntem olup olmadığı düşünülmelidir bence.
Dil edebiyatın belirleyici boyutlarından
biri olduğu gibi, edebiyat da dili belirliyor. Kürtçenin son yıllarda bir
tektonik olayı gibi sıkıştırılmış bir kütleyken çatırtılar içinde yüze çıkması,
yazılı edebiyatla birlikte oldu. Şiirler, öyküler, romanlar yayımlandı. Kişisel
olarak zihnimde "tarihsel tektonik" kavramının doğmasında, art arda
(Türkçe çevirisinden) okuduğum Mehmed Uzun romanları büyük rol oynadı.
Kendi içinde kaçınılmaz sorunlar
barındırmakla birlikte, geri dönülmez bir dinamik bu. Sorunların başlıcaları,
yasaklar nedeniyle Kürtçe okuma yazma oranının halen çok düşük, şive ve
lehçeler arası farklılıkların ise büyük olması. Bunun yanında, sözlükler
yapıldı, çeviriler de içinde olmak üzere yayın sayısı arttı. Ortalık
aydınlandıkça sorunlar da daha çok ele alınabiliyor. Yazının girişinde saydığım
"kriterler" başta olmak üzere temelde yatan antidemokratik engellerin
ortadan kaldırılması istenci ise en ön planda. Bijî aştî.
&
Dikkatsizlikler[3]
*
anadili/
ortak dil
Yılların tekçi politikaları yüzünden,
anadili Türkçe olanlarımızdan çoğunun söylemine bir dışlayıcılık yerleşti.
Dilsel dışlayıcılık. Tekçi söylemin tipik göstergelerinden biri
"soydaşlarımız"sa, ikincisi de "anadilimiz". Nedense,
"anadili=Türkçe" formülünü tüm toplum düzeyinde kullanmanın
sakıncaları konusunda bir türlü uyanamıyor insanlar. Devletin en yetkili
kişilerinin yurttaş yerine soydaş demeleri gibi, dil alanının yetkilileri de
ortak dilimiz yerine anadili demekte ayak diriyor.
Anadilimiz dediğiniz zaman bundan Türkçenin
anlaşılması için, bağlamın yalnızca anadili Türkçe olan kimseleri kapsaması
gerekir. Böyle değil de toplumumuzun bütününü söz konusu ediyorsak,
"anadilimiz" sözcüğünü tekil kullanmak bilimsel bir hata yapmak anlamına
gelir.
Çok yaygın olan bu hatanın son örneklerden
biri, AKDTYKTDK Başkanı Şükrü Halûk Akalın'ın Ali Püsküllüoğlu'na yazdığı
"Basın Açıklaması". Bu açıklamada Püsküllüoğlu'na 7.2.2005 tarihli
Milliyet gazetesindeki bir yazısıyla ilgili olarak teşekkür var. AKDTYKTDK'nın
internet sitesinde yayımlanan açıklamadaki teşekkür şöyle gerekçelendirilmiş:
"Ana dilimiz Türkçe ile ilgili konuları
gündeme getirdiğiniz için..."
Bu metin kamuya açık olmayıp iki kişi
arasında kalacak olsa elbette itiraz götürecek bir yanı olmazdı. Anadili Türkçe
olan iki ya da daha çok kimse arasında böyle bir söylemden daha doğalı olamaz.
Gelgelelim, söz konusu olan bir açık
mektupsa ve yazarı bir devlet kurumunun başkanıysa işler bütünüyle değişiyor.
Bu konumdaki bir kimse "biz" adılını hangi içerikle kullandığına
dikkat etmek zorunda. Böyle kimseler "biz" dediğinde, özel sıfatlarla
özel bağlamlar dışında, bunun tüm yurttaşları kapsaması beklenir. Söz konusu
açıklama için ise herhangi bir özel bağlam yok, yine de yalnızca anadili Türkçe
olanları kapsayan bir söylem kullanılmış.
Anadili kavramının bir çekiciliği var
sanıyorum: Bilimsel açıdan "ortak dilimiz" demenin doğru olacağı
bağlamlar gibi, "dilimiz" ya da "Türkçe" demenin yeterli
olacağı bağlamlarda da "anadilimiz" deme gereği duyuluyor. Unutulan
nokta şu ki, aynı çekicilik, anadili Türkçe olmayanlar için de geçerli.
*
antisemitizm/
siyonizm//
ırkçılık/
milliyetçilik
Birikim dergisinin Ekim 2004 sayısında
başlayan bir tartışma sürüyor: Antisemitizm ile siyonizm bir madalyonun iki
yüzü müdür?
Kavramlara yeterince dikkat edilmeden
tartışıldığında böyle simetrilerin kurulması kaçınılmazdır belki de. Akla kolay
geliyor çünkü. Oysa antisemitizm, benim bildiğim, Yahudilere karşı sürüp giden
tarihsel ırkçılığın adıdır. Siyonizm ise yine sürüp giden tarihsel bir olgunun,
Yahudi milliyetçiliğinin adı. Bu ikisini bir madalyonun iki yüzü olarak
gösterdiğinizde, ırkçılık ile milliyetçiliği bir madalyonun iki yüzü olarak
göstermiş oluyorsunuz. Çünkü, bir kez daha söyleyeyim, "antisemitizm"
kavramı, tıpkı "apartheid" gibi, özgül bir ırkçılık olgusunu,
"siyonizm" kavramı ise özgül bir milliyetçilik olgusunu adlandırıyor.
H. Bahadır Türk'ün şu sözüne katılıyorum:
"Her türden milliyetçilik gibi siyonizm de her zaman ırkçı temayüllere
sahip olabilir" (26.12.2004 tarihli Radikal İki). H. Bahadır Türk'ün aynı
yazıda daha pek çok kimse gibi dikkat etmediği nokta ise, antisemitizmin bir
ırkçılık olasılığı değil, bütün durumlarda ırkçılığın ta kendisi olduğu, bir
milliyetçilik türü olan siyonizmden de bu noktada ayrıldığıdır.
&
Dildeki şovenizm[4]
Önce "ırk", "ırkçılık"
ve "şovenizm" kavramlarına, sonra da şovenizmin dildeki görünümlerine
değineceğim.
Irk sözcüğü, ırkçı ideolojiyle aynı zamanda
olmak üzere kapitalist emperyalizmle birlikte, 16. yüzyıl başlarında doğuyor.
Irkçılık, sömürgeci egemenliğin başlıca siyasal ideolojilerinden. Osmanlı
İmparatorluğu gibi klasik imparatorluklardakinden farklı olarak, net ve keskin
hatlarla tanımlanmış bir ideoloji: İnsanların doğrudan doğruya biyolojik ve
genetik özellikleriyle tanımlanarak bu açıdan üstün/aşağı olarak
sınıflandırılması. İkinci Dünya Savaşı'na kadar adım adım yükseltilmiş, sonra
da o lanetli savaşta bütün içyüzü ortaya döküldükten sonra çökmüş bir ideoloji.
Bugün dünyada ya da bizim ülkemizde hiç kimse ırkçılığı açıktan savunamıyor.
Bilimsel ya da siyasal temellendirilmesindeki olanaksızlık açığa çıkmış
durumda.
Acaba ırkçılık kavramıyla birlikte ırkçı
zihniyet de gerçekten sona erdi mi, yoksa başka ideolojik bileşimlerin içine mi
gizlendi?
Elbette, ikincisi. Irkçı zihniyet, emperyalizmin
yedek ideolojilerinden olan şovenizmin içine gizlendi. Irkçılıkla
milliyetçiliğin bileşimine şovenizm diyoruz. Bugün tanımı pek de bilinmeksizin,
yine açıktan savunulmaksızın, egemen ideolojinin başlıca bileşenlerinden biri.
Şovenizm, ırkçılıkla milliyetçiliğin
bileşiminden oluşması nedeniyle, bir başına ırkçılığa göre çok daha karmaşık,
fark edilmesi daha zor.
Gerçi başlangıçta ırkçılık da karmaşıktı.
Görünüşte beyazların, sarıların, esmerlerin ve siyahların varlığı gibi,
bunların gelişmişlik ya da gelişmeye yatkınlık açısından bir hiyerarşi
oluşturdukları da açık bir gerçeklikmiş gibi duruyordu. Bu aldatmaca bugün
şovenist ideolojinin de dayanaklarından biri. Ancak, şovenizmin asıl zorluk
yaratan yanı, milliyetçilik bileşeni.
Millet sözcüğü, Osmanlı toplumunda dinsel
içerikliydi; modern içeriğini sonradan, Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyetle
birlikte kazandı. Türkçedeki sadeleşme süreci içinde, "ulus" sözcüğü
de kullanılmaya başlandı. Bugün "milliyetçilik" ve "ulusçuluk/
ulusalcılık" sözcükleri kullanımda[5].
Bunlar görünürde aynı anlamı veren, biri Arapça diğeri Türkçe iki sözcük gibi
durmakla birlikte, tarihsel olarak farklı anlamlara geliyor. Örneğin, günümüzün
Kemalistleri kendilerine "milliyetçi" değil, "ulusalcı" diyor. "Milliyetçilik" sözcüğü daha
çok kendini "sağ" olarak tanımlayanların benimsediği bir adlandırma.
"Ulusalcılık" değilse bile "ulusallık", solcuların ve
muhaliflerin de önemsediği ve kullandığı bir kavram. En azından belirli bir
anlamıyla: Emperyalizme karşı direnişin bir kalesi olarak ulusallık. Benim
kuşağım olan 68 kuşağı için, örneğin Vietnam'ın önce Fransız emperyalizmine,
ardından da ABD emperyalizmine karşı verdiği savaşım bir ulusal kurtuluş
savaşıydı ve çok haklı olarak desteklerdik o savaşımı. Bizim Ulusal Kurtuluş Savaşı'mızı
ise emperyalizmi kapıdan kovmuş, ama bacadan geri dönmesini engelleyememiş bir
savaşım sayardık.
Kısacası, "ulusal" ve
"ulusalcı" sıfatlarıyla ilgili güçlük buradan geliyor: Kavramın bir
ayağı antiemperyalizmin, bir ayağı şovenizmin içinde. Ölçümüz ne olacak? Kişisel
olarak önemsediğim ölçü, eşitlik ve adalet ölçüsüdür. İster bireyler, ister
topluluk ya da toplumlar, isterse uluslar arasındaki ilişkiler söz konusu
olsun, temel ilke "çıkar" değil, eşitlik, adalet ve haklar olmalı.
Böyle bir bakışın içinde son kertede sömürünün hiçbir biçimine yer olmadığı
açıktır.
"Ulusal çıkar" kavramı, egemen
ideolojinin kutsal kavramlarından biri durumuna geldi. Bu kavram şovenizmin
bileşenlerinden değil mi diye düşünülmesini öneriyorum. Kavramın Türkçede böylesine
bollaşmasının nedenlerinden biri, Batı dillerinden yapılan çevirilerdeki bir
yanlışlık olabilir. Şöyle:
Batı dillerindeki "national
interest" ve eşdeğeri kavramlar Türkçeye her görüldüğü yerde "ulusal
çıkar" diye çevriliyor. Oysa Batı dillerinde bu kavram yerine göre bazen
"ulusal çıkar", bazen ise "ulusal ilgi konusu" anlamında
kullanılır, "yerel bir konu değil", anlamında. Başka bir deyişle,
"ulusal" sıfatının dar ve geniş iki anlamı vardır ve bizde yerel/ulusal
ayrımı aynı derecede önem kazanmış olmadığından, geniş anlamdaki
"ulusal" kavramı Türkçede pek az kullanılır. Bu kullanım Türkçeye
yanılmıyorsam "yerel televizyon/ ulusal televizyon" terimleriyle
birlikte girdi ama pek yaygınlaşmadı. Sözgelimi, karayolları konusu ulusal ilgi
konularındandır ama Ankara'daki Atatürk Bulvarı yerel bir konudur. Kısacası,
Batı dillerindeki "interest"in tek anlamı da "çıkar" değil.
Yukarıda dediğim gibi, "ilgi" ve "ilgi konusu" anlamı da
var. (Üçüncü anlamı da "faiz" ama o şu an konu dışı.) Dediğim gibi
"national interest" sözü her zaman "ulusal çıkar" diye
çevrilemez. Çevrilince ortaya bir çeviri yanlışı ve bir de şoven birikim
çıkıyor.
Bu çeviri yanlışının daha az yapıldığı bir
alan var gerçekte: Diplomasi dili. Dışişleri görevlilerinin, herhalde dünyayla
daha yakın temasta olduklarındandır, her "national interest"in
"ulusal çıkar" olmadığını öteden beri bildikleri ve bu sözü yerine
göre "millî alâka" diye çevirdikleri anlaşılıyor. Ama bu bilginin
genel kültüre girmesi için çaba harcamışlar mıdır, hayır.
Ulusalcılık kavramının içeriğine dönelim ve
sorgulamayı ilerletmek için şunu soralım: Kendi ulusunuzun çıkarları öyle
gerektiriyor diye ulusunuz adına emperyal politikalar güdülmesini onaylar
mısınız?
Yaşamsal soru galiba budur. Diyelim ki,
dünyanın enerji kaynakları sınırlı, bunların en büyük bölümü de Ortadoğu'da
olduğuna göre, şimdi bu kaynaklardan ne kadar büyük bir pay kaparsanız sizin
ulusunuzun o kadar çıkarına olacaktır biçimindeki bir mantık karşısında ne
düşünülmeli? Belli ki ABD ve Britanya'nın şimdiki yöneticileri gibi,
yurttaşlarının da önemli bir bölümü Irak'ın işgal edilmesini bu tür
"ulusal çıkar"ları için onaylıyorlar; eşitlik ve adalet duygularının
bir "demokrasi" demagojisiyle örtülmesine bu yüzden razı oluyorlar. Türkiye
ABD'yle birlikte Irak'ı işgal etmeliydi diye hayıflananların ilkesi de budur.
Bu, "ulusal çıkar" kavramını
eşitlik, adalet ve haklar çerçevesinde değil, şoven bir çıkarcılık çerçevesinde
anlayan zihniyetin tipik göstergesi.
Şovenizmin tipik uygulama alanlarından biri
de, tekdilci politikalar. Modern devletlerin ve kapitalizmin dil alanındaki
politik ilkesi, tekdilcilik.
Bizim ülkemizde de aynı politika benimsendi.
Cumhuriyetten kısa bir süre sonra kurulan Türk Dil Kurumu tekdilci politikanın
uygulayıcısı rolünü üstlendi. Ülkemizde zaman içinde artan gerilimlerin,
haksızlığa uğrama duygusunun başlıca nedenlerinden biri de bu yadsıyıcı
tavırdır. Barışçı ve adaletçi bir bakış açısını yerleştirmek yerine zorlayıcı
ve dayatıcı, hiyerarşi yaratıcı bir bakış açısıydı bu. 12 Eylül döneminde ise
AKDTYKTDK sözlüklerinden "Kürtçe" sözcüğü bile çıkarıldı. Ancak
2004'te eklenebildi yeniden.
Bu politikalarla koşullanmış toplumlarda
kalabalıkların tıpkı Mersin ve Trabzon provokasyonlarında gördüğümüz gibi bir
soba örneği tutuşturulması işten bile olmuyor: Önce çalı çırpıyı, sonra onun
üstündeki odunları, en sonra da kömürü tutuşturmanın olanağı bulunuyor.
Irkçılık ve milliyetçilik, diğer adıyla
şovenizm, kişinin kendi mensup olduğu topluluğu belirli bir hiyerarşi içinde
diğerlerinden üstün görüp ötekini düşman bilmesi, her tür ayrımcılığı ve
militarizmi besliyor; şovenizm, ayrımcılık ve militarizm, birbirinin besini.
Dildeki
şovenizm
Dillerimiz kültürel olguların yanı sıra
ideolojilerin de taşıyıcısı. Sözgelimi, her dil demagojiye elverir yapıda.
Demagoji, Yunanca kökenli bir kavram ve "halkı aldatan söz" anlamına
geliyor. Şovenizm demagojiye en çok başvuran ideolojilerden biri: Her sözün
başında vatanseverlikten dem vurmak gibi.
Gerçi halkın sağduyusu bu tür demagojilere
karşı "vatan millet Sakarya" gibi karşı ağırlık oluşturan sözler
yaratmıştır. Gelgelelim, bunlar bütün bir eğitim ve baskı sisteminin
yerleştirdiği şoven ideoloji karşısında her zaman yeterli olmuyor. Şovenizmin
dilsel temsilcileri dillerimize küfür, deyim ya da atasözü biçiminde
yerleşebiliyor. Türkçede de böyle örnekler hiç az değil: "Türkün Türkten
başka dostu yoktur", "her Türk asker doğar", "Ermeni
dölü", "sütü bozuk" vb.
Gizli
şovenizm
Şovenizmin gizlenmiş türlerini fark etmek
genellikle daha zor: Suçlulaştırıcı söylemler ve toptancı kavramlar bunlar. Örneklerine
solda ve muhalif güçler arasında da rastlayabiliyoruz.
Suçlulaştırıcı söylem dediğim, ad
vermeksizin kullanılan genel olumsuzlama sözleridir: "gayri millî"
sıfatı gibi. Buna "yüklü dil" de deniliyor. Belirli çağrışımlarla,
söylediğinin ötesinde yönlendirmede bulunduğu için "yüklü" denen dil.
"Gayri millî sermaye" dediğinizde kastınız gayet açıktır. Ancak,
nelerden söz ettiğiniz hiç belli değilken bu sıfatı kullanırsanız, okurda
uyanan izlenim "millî" sözünün her tür şoven çağrışımını
içerebilecektir. Amaçlanan da budur zaten.
Resmî söylem sık sık "Türkiye
düşmanı" sözünü kullanır. Neyi kastederek? Genellikle, Türkiye
yönetimlerinin uygulamalarına dışarıdan yöneltilen eleştirileri kast ederek.
Dışarıdan yöneltilen eleştirilerin bir
bölümü gerçekten "Türkiye düşmanı" olabilir elbette. Sözgelimi,
Türkiye'yi zayıflatmak isteyen başka devletler vardır mutlaka. Gelgelelim, bu
eleştirilerin önemli bir bölümü devlet dışı kimseler ve kurumlardır ve
yaptıkları eleştiriyle gerçekliği dile getirmektedirler. Bu açıdan, gerçekte
Türkiye'nin dostu sayılmaları gerekir, dost acı söyler çünkü. "Türkiye
düşmanı" sözü bu ayrımı yapmadığı için toptancıdır ve şovenist
niteliklidir.
Gerçekte bütün devletlerde görülen bir
eğilimdir bu: Kendi antidemokratik uygulamaları konusunda özeleştiri yapıp
"imajlarını zedelemek"tense, eleştiride bulunanları düşman ilan
etmeyi yeğlemek devletliğin şanındandır sanki. Tıpkı kişiler gibi devletler de
özeleştiriye ancak hiç kaçar yolları kalmamışsa başvururlar.
Toptancı kavramlara yalnızca devletlerde
değil, muhalif kesimlerde de rastlıyoruz. Sözgelimi, "kahrolsun ABD",
"kahrolsun İsrail" gibi sloganlar, ABD ve İsrail halklarını
dışlamaları açısından, belirli tehlikeler taşıyor. Kahretmek istediğimiz,
herhalde ABD ve İsrail halklarını içeren kavramlar değildir. Dolayısıyla,
sloganlarımızı "kahrolsun ABD emperyalizmi" ve "kahrolsun İsrail
işgali" diyerek düzeltmezsek, giderek kendimizi örneğin Yahudi düşmanı bir
konumda bulabiliriz.
Bu tür bir konuşmada şovenizmin tek tek tüm
belirtilerini ele almak ne olanaklı, ne de gerekli. Burada yalnızca belirli
ipuçları sunmaya çalıştım. Düşünmemizde ve davranmamızda rolü olabilir diye.
Kurultayı düzenleyen Beksav'a
teşekkürlerimle.
&
Ortak dil?[6]
14.5.2005 tarihli gazeteler, Orgeneral İlker
Başbuğ'un bir konuşmasını haber veriyordu. Başbuğ, Genelkurmay Başkanlığı'nın
düzenlediği bir sempozyumun kapanış konuşmasında şöyle demişti:
"Dil, kültür, ülkü birliği üzerinde
herkesin ama herkesin aynı derecede hassasiyetle ve önemle durması hayatidir,
vazgeçilmezdir."
Acaba ne tür bir dil birliği, kültür birliği
ve ülkü birliğiydi konuşmada sözü edilen? Tekdilci ve tekkültürcü, zora dayalı
asimilasyon politikasının devamını mı öngörüyordu bu sözler?
Tam olarak böyle olduğunu sanmıyorum:
Gazeteler nedense yalnızca yukarıya aldığım bölümü vermişlerdi ama, bütününe
internette ulaşılabilen konuşmanın bir başka yerinde "ortak dil" ve
"ortak kültür" kavramları kullanılıyor ve "ülkü"den kasıt
biraz da olsa açıklanıyordu:
"Hakikaten ulus devletin temel
direklerinden bir tanesi ortak dil. İkincisine baktığımız zaman kültür çıkıyor,
ortak kültür. Üçüncü temel noktasına baktığımız zaman da ülkü diyoruz, hedef
diyoruz."
Orgeneral Başbuğ'un konuşmasında daha fazla
açıklama yok ama bu kadarı da bazı açılımlara elveriyor ve yorum gerektiriyor.
"Ortak" sıfatı her zaman en az iki
taraf varsayan bir sıfattır ve bizim çokdilli, çokkültürlü coğrafyamıza uygun
olan da bu sıfattır. Dil birliği, kültür birliği ve ülkü birliği kavramları,
yalnızca bizim toplumumuzda değil, günümüzün tüm toplumlarında ancak çoğul
içerikli ve rızaya dayalı olarak kullanıldığında yaşam bulabilecek kavramlar.
Belirleyici olanın, bu "rızaya
dayalı" kavramı olduğunu sanıyorum.
Rızaya dayalı bir dil birliği ve kültür
birliği ancak tekdilliliğin ve tekkültürlülüğün dayatılmaması kaydıyla
olanaklı. "Ülkü birliği" ise, ancak dünyanın en adil ve en demokratik
toplumu olma hedefinin güdülmesi kaydıyla.
Resmî ve ortak dil olarak bir dil (iki
olmalı diyenler de var), eğitim ve kültür alanında, anadilleri. Dil birliği
böyle tanımlanabilir.
Kimseye sen anadilinden ve kültüründen
vazgeçmek zorundasın diye dayatılmaksızın, anadilinde eğitim isteyen eğitim
emekçilerinin sendikası kapatılmaya kalkışılmaksızın, tam tersine tüm
anadillerinin ve özgül kültürlerin korunup geliştirilmesi için gerekli her tür
önlem alınarak.
Bu satırlar yazılırken, anadilinde eğitimi
savunan Eğitim-Sen'in salt bu nedenle kapatılması için açılan davada kesin hüküm
verilmemişti ama siz okurken verilmiş olacak. Rızayı zayıflatan uygulamalar
bunlar.
Çokdilli ve çokkültürlü coğrafyamız öyle
gerektiriyor ki burada yaşamış ve yaşayan tüm kültürler, sanatları ve
tarihleriyle ders kitaplarında ve gündelik yaşamda yer bulsun. Sözgelimi,
edebiyat kitaplarında Evdalê Zeynıkê'yi, Feqîyê Teyran'ı, Ehmedê Xanî'yi; tarih
kitaplarında, nefretten arınmış bir dille Kürt isyanlarını, diğer isyanları ve
cumhuriyetin çektiği güçlükleri okuyalım; karşılıklı hataları içerecek biçimde,
bir sevgi diliyle yeniden yazılsın kitaplar. Asıl ortak dil budur.
Bazıları, barışçı söylemin zayıflık getirici
olduğu varsayımıyla hareket ediyor. Saldırgan söylemin kime ne getirdiği ortada
değil mi?
Bunların anlaşılması ve konuşulması yerine
bağrımıza yeniden tabutlar taşınmaya başlandı. Kimlerin tabutları bunlar?
Şu an Türkçe ortak dil işlevini tam olarak
göremiyorsa, bunda, eğitimin nicel yetersizliği kadar, en az o kadar, niteliği,
dayatıcı yapısı da rol oynuyor. İkidillilik olgusunun bilimsel değerlendirmesi
yapılmadı, hâlâ yapılamıyor.
Kültüre gelince, iç içe geçmiş
yaşamlarımızın sonucu olarak, kültürel birikimin ortak bölümleri var. İç içe
geçmiş iki çemberin işaret ettiği ortak alan gibi, anlatımda, duyguda,
içerikte, tarihte ortaklaşmış ve ayrı kalmış bölümler.
Dünyada önce ticaretin, sonra sanayinin
gelişmesi dil birliğini gerekli kılmış. Günümüzde de belirleyici yönü
kapitalist emperyalizm olan küreselleşme, dil birliğini bırakınız ülke içini,
dünya düzeyinde "ihtiyaç" durumuna getirdi.
Ticaretle sanayi madalyonunun diğer yüzünde
modernleşme ve aydınlanma vardı. Günümüzde de emperyal madalyonun öbür yüzünde
bilim, sanat ve felsefe birikimi var, belirli bir dil ve kültür birliği
yaratan. İki yönlü bir girdap bu: En güçlünün damgasını taşıyan bir bilim sanat
felsefe üçlüsü, teknoloji ve fast food kültürüyle birlikte tüm toplumları
kendine doğru çekiyor. Bu anaforda Yunus Emreler kadar Evdalê Zeynıkêlerin de
yitip gitmesini önlemek, yeni yaratıları desteklemek, hepimizin bu topraklara
olan borcu değil midir?
&
Dil
boyutuyla şovenizm[7]
Şovenizm genel siyasal düzlemde ırkçılık ile
milliyetçiliğin bileşiminden oluşuyor. Sık sık rastladığımız "şoven
milliyetçi" sözündeki "milliyetçi" sözcüğü gerçekte fazla, çünkü
"şoven (=şovenist)" sıfatı, "ırkçı milliyetçi" anlamına
geldiğinden, milliyetçiliği zaten içeriyor.
Kavram genel düzlemde ve tek başına
kullanıldığında böyle. Ancak, "şovenizm" sözcüğünün bazı özel
düzlemlerde kullanıldığına da rastlıyoruz: erkeklik şovenizmi, bölge şovenizmi,
dinsel şovenizm, beden şovenizmi gibi.
Bu özel düzlemlerde şovenizmden kasıt,
ilgili alandaki ayrımcılığın en "aşırı" (bazen de en yerleşik)
çeşitlemelerinin söz konusu olduğudur. Başka bir deyişle, şovenizm terimi,
girdiği tamlamalarda tüm ayrımcılık türlerinin uç biçimlerini anlatıyor.
"Dil şovenizmi" tamlaması da böyle: Dil alanındaki ayrımcılığın
uçlara varmış biçimi.
Dil şovenizmi kendini bireylerin,
toplulukların, kurumların ya da devletlerin dil politikalarında ortaya koyuyor.
Şovenizmin dil boyutu dediğimizde açmamız gereken ilk başlık bu. Diğeri ise
söylem alanıyla bağlantılı: Dilde yuvalanan şovenizm.
Dil
politikalarında şovenizm
Tarihsel olarak dil şovenizmi deyince akla
ilk gelen ülke Fransa oluyor. Bunun tek nedeni şoven sözcüğünün Fransızcadan
gelmesi değil: Fransa, belki Fransızcanın uzun süre (XVI. yüzyıla kadar)
Latincenin gölgesinde kalmasındandır, kapitalist emperyalistler arasında dil
şovenizmi şampiyonasının birincisi sayılagelmiştir. Kuruluşu ve ideolojisi
açısından Fransa'yı örnek alan devletlerde, bu arada bizim cumhuriyetimizde de
dönem dönem mutlaklığa varan bir dil şovenizmi görülüyor.
Diğer ayrımcılık türlerindeki gibi dil
şovenizminde de her zaman bir üstünlük-ikincillik önkabulü söz konusu: Dil
şovenizmi, kendi dilini üstün, diğerlerini aşağı görme ve gösterme anlamına
geliyor. Bu anlayışın uygulamada verdiği başlıca sonuçlardan biri,
tekdilciliktir.
Oysa herhangi bir dil için üstünlük savı
ileri sürmenin yalnızca etik açıdan değil, bilimsel açıdan da savunulabilir
yanı yok. Günümüz dilcileri hiç istisnasız, temel yapıları açısından tüm dillerin
aynı olanakları taşıdığı kanısında.
Tekdilcilik de tıpkı milliyetçilik gibi
kapitalizmin (diğer adıyla sanayi toplumunun) ürünü. Genellikle ilk bakışta her
birimizin bir tek dili olduğunu düşünürüz. Oysa bugün dünyanın büyük bir
bölümündeki gibi Türkiye'de de çok sayıda insan gerçekte ikidilli. Ne var ki bu
olgu yine dünyanın neredeyse hiçbir yerinde gereğince bilgi, inceleme ve
değerlendirme konusu edilemiyor. Öyle sanıyorum ki bunun nedeni tüm
devletilerin, AB dahil, ellerinden geldiğince tekdilci politikalar
uygulamasıdır. Günümüzde ne yazık ki hâlâ çok büyük ölçüde kapitalizmde temsil
edilen biçimiyle modern (sınai) yaşam her düzeyde tekdilciliği dayatıyor. Hem
ülke düzeyinde, hem de dünya düzeyinde.
Ortak dile gerek duyan yalnızca ticaret ve
sanayi midir? Bilim ve felsefe, yanı sıra dünya halklarının gitgide daha çok iç
içe geçen yaşamları da ortak dil(ler) gerektirmiyor mu? Şovenizm kavramı bu
soruna bakışımızda ayırt edici bir işlev, bir turnusol kâğıdı işlevi gören
kavramlardan.
Ortak dil ihtiyacı, diğer dillere hayat
hakkı tanımayan şoven dil politikalarını haklı çıkarabilir mi? Etik de,
eğitbilim de, gerçeklik de, anadillerine saygı temelinde çokdilliliği
gerektiriyor. Bizim ülkemizde her tür eğitimin, ama özellikle her tür dil öğretiminin
içler acısı başarısızlığındaki temel etmenlerden biri, anadillerimizin bilimsel
açıdan ele alınmaması değil midir?
Dilde
yuvalanan şovenizm
Dil bilincimiz geliştikçe, çeşitli
ayrımcılıkların dildeki yansımalarını da daha iyi ayırt edebiliriz. Ancak,
kendim dahil hiç kimsenin tüm şovenizm belirtilerini fark edebileceğini
sanmıyorum, çünkü insan ruhu nalıncı keseri gibi kendine yontma eğiliminde.
Kaldı ki, zihniyetimiz dilimizi etkilediği gibi, dilimiz de zihniyetimizi
etkiliyor. Örneğin, milliyetçiliği olumsuzlayan bir yazıda, yerleşik beden
şovenizminin yaygın belirtilerinden birine rastlayabiliyorsunuz: "Tek
başına da olsa eksik, yanlış, sağlıksız, sakat bir şeydir milliyetçilik"
gibi.
Şovenizm belirli sözcük ve deyimlerle dilde
yerleşiklik kazanabiliyor.
Radikal gazetesinin 26.11.2004 tarihli Kitap
ekindeki Dil Meseleleri'nde "Dildeki Irkçılık ve Ayrımcılık" konusuna
değinmiştim. Almanya'da yaşayan şair Mesut Hastürk'ün mektubu iyi bir dolayım
olmuştu o yazı için. Hastürk, Almancada Türkleri hedef alan ve son dönemlerde
artan ırkçı sözleri derleyip yollamıştı. Türkleri aşağılayan ve tehdit eden,
ayrıca Türklerden duyulan korkuyu gösteren ("Türkenfurcht") deyimler.
Sözgelimi, "kırma Türk" anlamına gelen bir sözcük, annesi ya da
babası Türk olan çocuklar için hakaret tonunda kullanılabiliyordu.
Aynı yazıda, dile yuvalanmış benzer
ırkçılıkların bizim toplumumuzda da bulunduğuna işaret edip örnekler
veriyordum. Gerçekten de Türkçede Arapları, Kürtleri, Ermenileri, Çingeneleri
hedef alan ırkçı sözler bulunduğunu biliyoruz.
İşin tehlikeli yanı, ilke olarak kendini
ırkçılık karşıtı sayan kimselerin bile kendi anadillerine yuvalanmış ırkçı
deyimlerin kolay kolay farkına varmaması. Özel olarak uyarılmamış ya da bu konu
üstünde çalışmamış hangi okuryazara sorsanız, bizim ülkemizde de, dilimizde de
ırkçılık yoktur diyor. Bu konudaki yaygın klişe bu. Eğitimde ve gündelik
yaşamda durmadan yinelenen bir klişe. Belki de öyle olmasını dilediğimizden,
güzel bir armağan gibi alıp kabul ediyoruz bu sözü. Ama birileri ağır bir
hakaret sözü aradığında aklına "Ermeni dölü" ya da "sütü
bozuk" gibi sözler geliyorsa, o klişenin nasıl bir aldatmaca olduğu da
ortaya çıkıveriyor.
O yazı üzerine aldığım okur mektuplarından
biri şöyleydi:
"M. Hastürk tarafından gönderilen
yazıya yer vermişsiniz. İnsanlık adına ne kadar irkiltici bir konu değil mi?
Yazınızın son paragrafında bir kaç örnekleme ile yetindiğiniz gibi, biz de
içimizdekilerden bir kesimini 'öteki'leştirerek Avrupalı'dan daha ırkçı ve
ayrımcı şeyler üretebiliyoruz. Almanların tümü değilse bile bir kısmı Türklerle
ilgili bu tür deyimleri üretirken doğal olarak ve haklı olarak Türklerin kanına
dokunuyor. Ama aynısını kendi yurttaşı Kürtler için üretmekte sakınca görmez.
Elbette bu ayrımcı ve ırkçı söylemleri olanlar Türk toplumunun çok çok az bir
kesimidir. İnsanların kökeninden ziyade dünyaya nasıl baktıkları benim için
daha önemlidir. (...)
Ülkemizdeki ırkçı ve ayrımcı küfür ve
deyimlere yer vermek istiyorum. Hakkında en çok fıkra üretilenler Lazlardır. O
fıkraların bazılarında Lazlara haksızlık yapıldığına inanıyorum. Çünkü
ülkemizin en çalışkan,en üretken,en yaratıcı insanları bence Lazlardır. Laz
aklı kaz aklı gibi deyişler bence çok haksızca.
Geriye kalan en çok dillere dolananlar ise
Kürtler, Çingeneler ve Ermenilerdir. Ermeniler için çoğunlukta küfür yerine
geçmek üzere gönderme yapılır. Çingeneler içinse aşağılama anlamında yakıştırmalar
vardır.
Kürtler içinse, küfür olarak, aşağılama
olarak çokça ırkçı ve ayrımcı deyişler, fıkralar vardır. Bazıları ise
evrimleşip nisbeten 'masumlaşan' deyimler halini almıştır.
Küfür ve aşağılama olarak söylenenler:
* Kıro (son yıllarda Kürt olmayan kaba,
saba, görgüsüz herkes için kullanılmaya başlandı).
* Kuyruklu Kürt (Bir Türk
dostum-arkadaşım, 'küçükken çevremde hep kuyruklu Kürt denirdi. Ben de
gerçekten Kürtlerin kuyruklu olduğuna inanmıştım. Hayatımda yaşadığım en büyük
şok, Kürtleri tanıyınca kuyruklarının olmadığını gördüğümde yaşamıştım'
demişti.)
* Allah Kürt'e fırsat vermesin çünkü
Kürt'ün dini yoktur.
* Ağaçtan maşa, Kürt'ten paşa olmaz.
* Kürt'ten evliya, koyma avluya.
*
Ya sam (boyunduruk) çalar ya sambağı (boyunduruk ipi).
* Kürt yer, çarığına bakar. (Kürt
nankördür. İşi bitince yüzüstü bırakır anlamında.)
* Kürt'ü paşa yapmışlar önce babasını
asmış. (Bu söz Çingeneler için de söylenir.)
* Kürt it kuyruğu gibidir. Bin defa da
kalıba soksan yine kıvrılır.
* Allah Kürt'ü doyurmasın. Doyarsa
kudurur.
Nisbeten 'masumlaşmış' deyimler:
* Alavere, dalavere Kürt Memet nöbete.
* Acemi nalbant Kürt eşeğinde öğrenir.
* Acemi berber Kürt kafasında öğrenir.
* Kırmızı olsun üç kuruş fazla olsun.
* İpim kırmızı olsun. (İdama giden
Kürt'ün son isteği.)
* Şafii köpeği (Kürtler çoğunlukta Şafii
mezhebinden.)
* Kürt getirdiğini yemez. (Usul erkân
bilmez anlamında.)
Biraz zenginleşmiş, yarı asimile olmuş
Kürtllerin Kürtler için söylediği en çarpıcı söz:
* Kürtler üç cinstir. İpeği, kepeği,
köpeği. Biz Kürtlerin ipeğiyiz.(Geri kalanlar kepek ve köpek.)
Bunlar ilk akla gelen deyimlerden seçmeler.
Fıkralara hiç girmiyeyim. Çalışmalarınızda ya da arşivinizde bulunsun diye bu
ırkçı ve ayırımcı söylemden birşeyler yazdım."
Kişisel olarak, bu listedeki sözlerin büyük
bölümünü pek iyi anımsamasam da tümü tanıdık geliyor. Bir bölümü halkların
kendi kendileriyle alay etmek için yarattıkları bilgece deyişler de olabilir.
Sözgelimi, "Türkün aklı sonradan gelir" sözü bende hep böyle bir
izlenim uyandırmıştır; Türklerin bir tür özeleştiri olarak kullanmayı sevdiği
sözlerden. Ama sözgelimi "ağaçtan maşa, Kürtten paşa olmaz" gibi
sözlerin, hakaret içerikli, ağır, şoven sözler olduğu herhalde açıktır.
Milliyetçiliği kötülemek için
"sağlıksız, sakat bir şeydir milliyetçilik" derken bu sözün sağlıksız
ve sakat insanların ruhundaki olası yankılanmalarını düşünmek zahmetine katlanmadığımızda,
"çingene çalar kürt oynar"ı da o kadar umursamayabiliyoruz. Belki en
derinlerde her seferinde bir üstünlük duygusunun tadını çıkararak.
&
Dil, ulus,
toplum... [8]
İki yazardan iki alıntı:
1) "Dilini koruyamayan uluslar
kendilerini de savunamazlar. Dil güçtür, egemenliktir aynı zamanda. Dil
ulusaldır ve toprağından beslenir."
2) "Dil bir ülkenin kültürüdür. Dil
olmazsa millet de olmaz. (...) Bir milletin ana dili kültür yozlaştırması ile
yok edilmeye çalışılmaktadır."
Birinci alıntı, Behlûl Zelal'in 2.3.2006
tarihli Gündem gazetesindeki "Ana dilde eğitim sorunu" başlıklı,
Kürdi dilleri esas alan yazısından.
İkinci alıntı, HYP Genel Başkan Yardımcısı
Tülay Hergünlü'nün "Ana Dilim, Güzel Türkçe'm" başlıklı yazısından;
kaynak, Üzeyir Çaycı tarafından [E-Yediiklim] grubuna gönderilen, yine 2.3.2006
tarihli e-posta.
Bu iki alıntıdan her birini diğerinin
yazarına göstersek, onaylamaz mı dersiniz? Yazarını ve kaynağını söylemez,
yazının bütününü göstermezseniz, onaylayacaklarını tahmin etmek zor değil.
Sorun şurada ki, iki alıntı da aynı bilgi
yanlışını içeriyor: Dili ulusla bire bir ilişkilendirme yanlışı.
Dil olgusunu ulus olgusuyla bire bir
ilişkilendirmenin gerçeklikle bağdaşmadığını anlayabilmek için, gazetelerde de
sıkça rastlanan bir başka bilgiyi, dünyada bugün 6 bin küsur dilin yaşamakta
olduğu bilgisini düşünmek yeterli olabilir: Bu dillerden her biri bir ulusa
denk düşmekten fazlasıyla uzak. Almanca, İngilizce, Fransızca, İspanyolca gibi
bazı diller birden çok ulus tarafından konuşuluyor, çok sayıda dil ise ulus
sayılmayan topluluklar tarafından.
Dolayısıyla, "Dil ulusaldır"
önermesi de, "Dil olmazsa millet de olmaz" önermesi de gerçersiz
önermeler: Ulusal olmayan yüzlerce dil var ve ayrı bir dili olmadan
"millet" olan çeşitli "millet"ler var.
Durum buyken, söz konusu önermelerin
dayanağı ne olabilir?
Burada belki "ulus/millet"
teriminden ne anlaşıldığını sormak gerekiyor: Yukarıdaki iki alıntıda da bu
terimin, modern "ulus"tan çok, "kavim/etni" anlamında
kullanıldığı söylenebilir. Sık sık karşılaştığımız bir durum bu. Sözünü ettiğim
yazıların tipikliği biraz da buradan ileri geliyor. Her iki yazının mantığında
da, tek etnik varlığın belirlediği bir "ulusal" bütün var. İkinci
alıntıdaki "bir milletin ana dili" sözü bunun en açık göstergesi.
Bu sözün sahibi, Tülay Hergünlü,
"anadili" terimini milletler için kullanarak, terimi yeterince
tanımadığını göstermiş oluyor. "Anadili" terimi, bireyler için
geçerli olan bir terim; "millet"i nasıl tanımlarsanız tanımlayın,
milletler ya da herhangi bir insan topluluğu için geçerli değil.
Gerçekte, "kavim/etni" dediğimiz
varlığın dil dediğimiz varlıkla bire bir ilişkili olduğu da tartışmalı bir
nokta: Bazı bilimcilere göre, genellikle "lehçe" denilen dilsel
varlıklar bağımsız birer dildir. Sözgelimi, Talat Tekin, "Türk
Dilleri" diyor, bu adda bir kitabı da var.
Geçerken belirteyim, Tülay Hergünlü'nün
"dünyada yaklaşık bir milyar insanın değişik ağızlarda Türkçe konuştuğu"
sözü de en az bir adet bilgi yanlışı içeriyor: Hergünlü, "ağız" ile
"lehçe"yi birbirine karıştırmış; "değişik lehçelerde Türkçe
konuştuğu" demek istiyor.
Her durumda, dünyada 6 bin küsur dil olduğu
bilgisi bir yanda, dil ulusaldır önermesi başka bir yanda. Dil ulusaldır
önermesini, herhalde siyasal bir seçiş olarak, kabul ettiğimiz anda, hem
"ulusal" olmayan binlerce dili gözden çıkarmış oluyoruz, hem de
yukarıda sözünü ettiğim İspanyolca, İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi
"çokuluslu" diller düşünme ufkumuzun dışında kalıyor. Öte yandan,
günümüzdeki verili durumuyla devletlere egemen olan tekdilci mantığa da mesafe
almış olmuyoruz. Oysa o mantığın, özellikle bizim ülkemizde, çatışmacı
eğilimlere zemin hazırlayan nedenler arasında yer alıp almadığını sorgulamak
gerekiyor.
10.2.2006 tarihli, "Toplum olmak ya da
olmamak" başlıklı Dil Meseleleri'ndeki "toplum olmak" önerim
bazı okurlarda "zaten toplum değil miyiz" türünden sorular
uyandırmıştı. Bir okur, "toplum" sözcüğüne fazla ideal bir anlam
yüklüyor olabileceğimi yazdı.
Geniş anlamıyla "toplum" olduğumuz
söylenebilir elbette. Ama "toplum olmak" deyince tüm mensupların
birbirinden haberdar olmasını ve birbirini hesaba katmasını anlıyorsak, bu
anlamda toplum olmadığımızın en açık göstergelerinden ikisi, yukarıdaki
alıntılardır.
Tüm mensupları birbirini hesaba katan
topluluk anlamındaki "toplum" anlayışı, bana göre ideal değil, asgari
olandır. Şöyle asgari ki, bu anlayışın yokluğu, ülkemizde yirmi yıldır kan
dökülmesiyle sıkı sıkıya ilintilidir.
&
"Benim de
meselem"[9]
31 Temmuz 2006 tarihli gazetelerde, 38
imzalı, "Benim de meselem" başlıklı bir bildiri yer aldı. Kürt
sorununda "insani boyut"u öne alan ve "öncelikli"
isteklerini 14 madde hâlinde sıralayan, çok gecikmiş bir bildiri. Söz konusu
istekler hiç değilse geçen yıl yayımlanan 150 imzalı bildiride yer alabilmeli,
7. maddede dendiği gibi "sivil toplum içinden gelecek adımlara ne denli
ihtiyaç olduğu" çoktan anlaşılmalıydı. Bildirinin özellikle 4-14.
maddeleri önemli:
"4. Birbirimizin acılarına saygı
duymanın, birbirimizin yasını paylaşmanın bir 'toplum' olabilmek ve bu toplumda
barış içinde yaşamak açısından büyük önem taşıdığını görebilmeyi...
"5. Kalıcı bir çözümün Türkiye'nin
dışından değil, içeriden, bizzat bizlerden geleceğinin ve askeri değil sivil
olacağının daha iyi kavranması için adımlar atılmasını...
"6. Kürt sorununun tek boyutlu
olmadığının, çözümünün de çok aktörlü olacağının kavranmasını...
"7. Etkileri kısıtlı kalsa da insani
durumun iyileşmesine yönelik çözüm ve girişimlerin küçümsenmemesini...
Toplumsal barış için bizzat sivil toplum içinden gelecek adımlara ne denli
ihtiyaç olduğunun anlaşılmasını...
"8. Kadınların sorunlarına ayrıca
eğilmenin ve bağımsız bir kadın hareketinin öneminin kavranmasını...
"9. Zorunlu göçlerle gerek bölgedeki
gerekse batıdaki büyük şehirlere gelen Kürt ailelerin, özellikle çocukların
sorunlarıyla ayrıca ilgilenmek gerektiğinin anlaşılmasını, göç mağdurlarının
yeni bir yaşam kurmalarını destekleyecek politikaların ve projelerin acilen
başlatılmasını...
"10. Namus cinayetlerine karşı tüm
toplumda geniş çaplı bir bilinç yükseltme kampanyasının başlatılmasını,
siyasetçilerin ve karar mekanizmasındakilerin bu yönde daha somut uygulamalar
geliştirmeye teşvik edilmesini...
"11. Anadilin eğitimde kullanılmasının
bölge insanı için öneminin anlaşılmasını, anlatılmasını... İki dilliliğin,
çokkültürlülüğün bir hak olarak ele alınmasını...
"12. Güneydoğu'da ismi değiştirilen
köylerin eski isimlerini yeniden alabilmelerini... İnsanların çocuklarına
özgürce isim verebilmelerini...
"13. Artan kin ve nefret ve şiddet
söylemlerinin cenderesinden ırak ve birbirimizi dinlemeyi, anlamayı ve
affedebilmeyi sağlayacak yeni bir dil geliştirmeyi...
"14. Hepimizin eninde sonunda aynı
kamusal alanı paylaştığımızı ve ortak değerlerimiz, ortak çıkarlarımız olduğunu
görmeyi, gösterebilmeyi..."
Maddelerin tümü birbiriyle ilintili, tümü
yaşamsal, çünkü toplumumuz şu aralar cehennemin kapısında, içeriye doğru
itiliyor.
Belki en yaşamsal olan, 13. maddedeki
"yeni bir dil" sözü. Burada kastedilen anlamıyla dil, yani söylem,
psikolojik durumu hem yansıtıyor, hem de belirliyor; yükleyici bir etkisi var.
Düşmanca söylem, çatışmacı duyguları artırdığı gibi, çoğu durumda gerçekliği anlatmıyor.
Düşmanca söylemin pek çok örneği var ama,
burada, uluorta kullanılan "Kürtçü" sıfatını örnek vermek isterim.
Kürtlerin haklarıyla, var oluşlarıyla ya da dökülen kanla ilgilenmek, PKK'nın
kitle desteğinin temellerini sorgulamak Kürtçülük müdür örneğin? Kürtçü
yaftasını yapıştırmadaki kolaylık ne anlama gelebilir? Bu söylemin mantığına
göre dünyada Kürt de yoktu daha önce; Irak'takiler bile haberlerde "Kuzey
Irak'taki etnik gruplar" diye adlandırılırdı. Şimdi ise "Kürt sorunu"
denmesine katlanamayanlara rastlanıyor.
Öte yandan, Kürt sorunu en demokrat
açılımlarda bile daha çok bir hak sorunu olarak ele alınageldi. Burada
toplumsal psikolojiyle ilgili bir sorun var ve bildiride "'toplum'
olabilmek" sözüyle biraz sezdirilse bile, belirgin kılınamamış. İşin
psikolojik yanı, "toplumsal tümleşme" diye adlandırılabilecek bir
politika gerektiriyor(du, yıllardır). Oysa hâlâ tersi yapılıyor, Stalinci bir
tarih anlayışıyla tarih ve edebiyat gibi eğitim metinlerinden dışlanmış olan
Kürt varlığı ve diğer kültürel varlıklar Türkiye kültürüyle hâlâ
tümleştirilmiyor. Şu an bu kültürel varlık tam bir yama görüntüsünde: Gerek
televizyonlarda gerekse yayınevlerinde tekil ve cılız, yalıtılmış yayınlardan
ibaret. Gerçekliği temsil etmiyor. Oysa tümleşme, gerçekliğin siyasal ve
kültürel tüm düzlemlerde temsil edilmesini gerektirir.
Yeni bir dili bunlarsız düşünmek olanaksız.
Gecikme için özeleştiriyle birlikte. Özeleştiri, aynı hataların bir daha
yinelenmeyeceği anlamına gelir.
Böyle bir yeni dil, tümleştirici barış dili,
zaman içinde PKK'nın üniformalı halk çocuklarını öldürdüğü için özür dilemesini
de sağlayabilir. Bu dili bilen var mı?
&
Ayrımcılık x
kolaycılık[10]
Başlıktaki x, bir çarpı işaretidir. İşaretin
solundaki terimle sağındaki terim bir araya geldiğinde ortaya çıkan sonucun
vahametini göstermek amacıyla kullandım bu işareti.
"Ayrımcılık" kavramının başında
iki bela var. Biri "ayrılıkçılık" kavramıyla karıştırılması,
ikincisi, sorgulamaktan çok, örtmek amacıyla kullanılması.
Örtmeciliğin son örneklerinden biri,
AKDTYKTDK'nın kadınlarla ilgili ayrımcı sözleri sözlüklerden çıkarma kararıydı.
Anlaşılan, kurum kadın sorununda ne kadar duyarlı olduğunu belirtmek amacıyla,
geleneklerimize uygun bir biçimde, örtme, sansürleme, yadsıma yolunu seçmiş.
Beğenmediğimiz gerçeklerin kitabımızda yeri yoktur.
AKDTYKTDK sözlüğünde
"ayrılıkçılık" sözcüğünün bulunmaması da aynı nedene dayanıyordur
belki.
Peki ya "ayrımcılık" kavramının
kendisi? Gereğince tanımlanmış mı bu kavram sözlüklerde? AKDTYKTDK'nın
sözlüğünde verilen tanımların hiçbir aydınlatıcılığı olmadığını belirtmekle
yetineyim. "Ayrımcılık" kavramının ayrılmaz ikizi olan "insan
hakları" kavramının da hiç yer bulamadığını. Belki "insan
hakları" da bir "kisve" olduğundan istenmiyordur.
"Ayrımcılık/ayrılıkçılık"
karışıklığına daha önce de değinmiştim (3.6.2005 tarihli Dil Meseleleri).
Değinmiştim diye, okunmuş, anlaşılmış, kabul ya da reddedilmiş olacak değil ya!
Bakıyorsunuz, bir haberde bir yetkilinin aynı sözü iki kez alıntılanmış,
birinde "Cumhuriyet rejimine yönelik saldırılar, ayrımcı ve şeriat yanlısı
aşırı eğilimler" biçiminde geçiyor bu söz, ikincisinde "Rejime
yönelik ayrılıkçı ve şeriat yanlısı aşırı eğilimler" diye. Ya gazeteci
karıştırıyor, ya sözlerin ait olduğu kişi; ya da ikisi birden. Her durumda
şurası açık olmalı: Ayrımcılık ve ayrılıkçılık gibi iki dev sorunu gerçekten
sorun ediniyorsanız, aradaki farkın yaşamsallığını da bilmeniz beklenir. Bu
kargaşaya rastlanan pek çok metin arasında, "Yurtsever Hareket" gibi
iddialı imzalar taşıyanlar da bulunuyor. Ayrılıkçı akımların ortaya çıkmasının
ya da en azından güçlenmesinin temelinde, zemin olarak, o topluluğa karşı
uygulanan ayrımcı politikalar yatmıyor mu?
Ayrımcılık türlerinin bilincine varılması,
insanlığın tarih boyunca ulaştığı en önemli kazanımlardan biri. En az,
birbirini yemenin (=yamyamlığın) ve köleliğin temel ayıplar hâline gelmesi
kadar önemli.
Yamyamlığın ve köleliğin dolaysız
biçimlerine artık rastlanmıyor. Köleliğin dolaylı biçimleri ise sürüp gidiyor.
Her fırsatta çeşitlenerek. Bu biçimlerin neler olduğunu düşünmek iyi bir mesai
konusu.
Ayrımcılığın temel ayıplar arasına girmesi
ise bize XX. yüzyılın armağanıydı. Öyle ki, herhangi bir biçimde
"demokratik" olma savındakiler vitrinlerine ayrımcılık yasağı
koymadan edemez oldu. Gelgelelim, "dil, din, cins" diye başlayıp
ezber edilen, ezber edildiği için de kolay sanılan bu sorun gerçekte ne anlama gelir,
iyi bir sınav yapılsa bu soruda kaç kişi başarılı olur dersiniz? Burada ve
dünyada?
AKDTYKTDK'nın kadınlara ilişkin ayrımcılıkla
ilgilenip sözlüklerden söz atma kararını açıklarken gösterdiği gerekçe de özürü
kabahatinden büyük dedirtecek türdendi. Kadın hakları mücadelesinin M'sinden
haberdar olunmadan edilmiş sürüsüne bereket sözlerden.
Kurum dilde temsil edilen ayrımcılık
türlerinden her birine ait sözcük, deyim ve atasözlerini de sözlüklerden
çıkarmayı düşünecek mi, bilmiyorum. Umarım bunca tepkiden sonra ilk kararından
vazgeçip sözlükçülük bilimine daha uygun çözümler bulurlar. Bu konudaki önerimi
yineleyeyim: Sözlüklerde, ayrımcı içeriği olan tüm sözlerin yanına belirli bir
işaret konulabilir. Tıpkı sözcüğün türünü, düzeyini, eskiliğini gösteren diğer
işaret ya da kısaltmalar gibi. Bildiğim kadarıyla sözlükbilim henüz böyle bir
işareti öngörmüyor. Ama bir gün öngörür ve uygularsa, bu işaret insanlık için
yamyamlığa ve köleciliğe karşı mücadeleye benzer bir mücadelenin işareti
olacak.
&
Barışın yükü[11]
Sağlık, eğitim, şehircilik, madencilik,
iktisat... Bu tür belirli alanların uzmanları, devletlerin ve devlet
benzerlerinin hoşuna gitmeyen verimler ortaya koyabiliyor. Uluslararası düzeyde
WHO ve UNESCO, ulusal düzeyde TMMOB, Eğitim-Sen ve tabip odaları gibi meslek
örgütleri bu dediğimin tipik örnekleri. Eğitim-Sen'in "anadilinde
eğitim" ilkesini, UNESCO'nun da "Dil Barışı (Linguapax)"
projesini benimsemesi böyle, somuta değgin uğraşlara dayalı bakış açılarıyla
ilgili olgular. Bu tür uzmanlıklarda bakış açısı, toplumsal yarar ilkesine göre
oluşabiliyor; çıkar ilkesine dayalı yabancılaşmaya uğramaları daha zor.
Linguapax projesi bu yıl yirmi yaşına girdi.
(Ayrıntılı bilgi için, bkz. 14.2.2003 tarihli Radikal Kitap’ta Dil Meseleleri
ya da "Dilimiz, Dillerimiz" adlı kitabımda s. 213.) Bugün ne durumda
bu proje peki?
İnternetteki www.linguapax.org sitesi iyi bir
gösterge. Bu sitede, dünyadaki yedi Linguapax merkezinin (resmî adıyla
"delegasyon"un) adı alt alta sıralanmış. Yedi merkezden üçüne erişim
var, dördü kapalı! Kapalı olanlar arasında Linguapax'ın Avrupa merkezi de
bulunuyor: Avrupa, Afrika, Avrasya ve Pasifik, dil barışı projesine kapalı.
Açık olanlar, Latin Amerika, Kuzey Amerika ve Asya.
Elbette açık olmaktan olmaya da fark var.
Pek fazla umut beslemeksizin Kuzey Amerika'yı tıklıyorum: "Tehlikedeki
Diller Fonu" diye bir kuruluştan söz ediliyor yalnızca. Amaç, yok olma
tehlikesindeki diller konusunda yapılan araştırma ve koruma çalışmalarını
desteklemek, elde edilen sonuçların yayımlanmasına yardımcı olmak diye
tanımlanmış. Yale Üniversitesi'nde yer alan bu "delegasyon" her yıl
on iki kadar projeye kaynak sağlıyormuş. Kaynaklar üye katkılarından ibaret
olmak üzere. Buradaki bilgiler, ölmeye çok yaklaşmış dillerle ilgili projelere
öncelik verildiğini gösteriyor. "Kuzey Amerika"da Dil Barışı adı
altında başka bilgi yok.
En etkin görünenler, İspanyolca konuşan
ülkelerdeki ve Japonya'daki delegasyonlar. Bolivya-Cochabamba'da 1-4 Ekim 2006
tarihlerinde "VII. Latin Amerika İkidilli Kültürlerarası Eğitim
Kurultayı"nın yapılacağı duyuruluyor. Linguapax-Asya da önümüzdeki 7
Ekim'de Tokyo Üniversitesi'nin evsahipliğinde "Dilin Sahibi Kimdir"
başlıklı 3. uluslararası sempozyumu düzenliyor.
Yukarıdaki bilgilere bakarak, Latin Amerika
ülkeleri ve Japonya barış açısından umut vaat eden toplumlar diyebilir miyiz?
Herhalde en azından mim koyabiliriz bu verilere. Hiç değilse "kapalı"
değiller. Dünya ölçüsünde ise, genellemenin kabalığı pahasına diyebiliriz ki şu
aralar öne çıkan savaştır. Linguapax derinlere dalmış, sahnenin önünden
çekilmiştir.
Linguapax türü projeler ya Eğitim-Sen
örneğindeki gibi en kısa yoldan bertaraf ediliyor ya da son çözümlemede dünya
devlerine bağımlı olan UNESCO örneğindeki gibi egemen çıkarlar doğrultusunda
kullanılmak üzere yedeğe alınıyor. Toplumsal yarar onlardan ancak egemen
çıkarları kemirmediği ölçüde kabul görüyor.
Doğal dillerle ilgili durum böyle.
Barışın diline gelince. Barış Anneleri
İnisiyatifi, 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla bir çağrıda bulundu: Tüm
kadınları savaşa karşı birlikte hareket etmeye ve Silopi sınırında kuracakları
"Barış Çadırı"na çağırıyorlar. Askerin ölmesine de, dağdakilerin
ölmesine de karşılar. Talepleri: barış, demokrasi ve eşitlik. Demokrasi
sağlanırsa barışın da geleceğine inanıyorlar.
Tam on yıl oldu: Yanılmıyorsam İnsan Hakları
Derneği'nin girişimiyle Diyarbakır'a bir "Barış Treni" düzenlenmişti.
Bir arkadaş, trene Diyarbakır'a yaklaşırken binip bizimle konuşan Diyarbakırlı
kadınlardan bazılarının, trenle birlikte barışın da fiilen, resmen geleceğine
inanmış olduklarını fark etmişti. Trenin günlerce heyecanla beklenmiş olmasında
ve engellemelere karşın istasyon meydanında toplanan inanılmaz büyüklükteki
kalabalıkta o inancın da payı vardı belki.
Bu 1 Eylülde ise bana en anlamlı gelen
çağrı, Barış Anneleri İnisiyatifi'nden Sultan Koyun'a ait: "Barışın yükünü
hepiniz omuzlayın" diyor Sultan Koyun.
Barışın yükü savaşınkinden daha ağır; çünkü
barış, savaşın getirdiklerinin yanı sıra, savaş öncesinin yükünü de içeriyor.
Önemli bir bölümü de sözlerden oluşuyor bu yükün; yoksama ve nefret sözleri
kurşun ağırlığında. Savaş sürdükçe de artıyor bu yük.
[1]
26.11.2004 tarihli Radikal Kitap.
[2]
14.12.2004 tarihli Evrensel gazetesi.
[3]
11.3.2005 tarihli Radikal Kitap.
[4]
8.5.2005, Beksav kurultayındaki konuşma.
[5]
"Ulusalcılık" sözcüğünü ilk kez Memet Fuat'ın kullandığını hatırlıyorum.
Ondan önce "ulusçuluk" deniliyordu.
[6]
27.5.2005 tarihli Radikal Kitap.
[7]
Temmuz-Ağustos 2005 tarihli Tiroj dergisi.
[8]
10.3.2006 tarihli Radikal Kitap.
[9]
4.8.2006 tarihli Radikal Kitap.
[10]
11.8.2006 tarihli Radikal Kitap.
[11]
1.9.2006 tarihli Radikal Kitap.