Sağlık, eğitim, şehircilik, madencilik,
iktisat... Bu tür belirli alanların uzmanları, devletlerin ve devlet
benzerlerinin hoşuna gitmeyen verimler ortaya koyabiliyor. Uluslararası düzeyde
WHO ve UNESCO, ulusal düzeyde TMMOB, Eğitim-Sen ve tabip odaları gibi meslek
örgütleri bu dediğimin tipik örnekleri. Eğitim-Sen'in "anadilinde
eğitim" ilkesini, UNESCO'nun da "Dil Barışı (Linguapax)"
projesini benimsemesi böyle, somuta değgin uğraşlara dayalı bakış açılarıyla
ilgili olgular. Bu tür uzmanlıklarda bakış açısı, toplumsal yarar ilkesine göre
oluşabiliyor; çıkar ilkesine dayalı yabancılaşmaya uğramaları daha zor.
Linguapax projesi bu yıl yirmi yaşına girdi.
(Ayrıntılı bilgi için, bkz. 14.2.2003 tarihli Radikal Kitap’ta Dil Meseleleri
ya da "Dilimiz, Dillerimiz" adlı kitabımda s. 213.) Bugün ne durumda
bu proje peki?
İnternetteki www.linguapax.org sitesi iyi bir
gösterge. Bu sitede, dünyadaki yedi Linguapax merkezinin (resmî adıyla
"delegasyon"un) adı alt alta sıralanmış. Yedi merkezden üçüne erişim
var, dördü kapalı! Kapalı olanlar arasında Linguapax'ın Avrupa merkezi de
bulunuyor: Avrupa, Afrika, Avrasya ve Pasifik, dil barışı projesine kapalı.
Açık olanlar, Latin Amerika, Kuzey Amerika ve Asya.
Elbette açık olmaktan olmaya da fark var.
Pek fazla umut beslemeksizin Kuzey Amerika'yı tıklıyorum: "Tehlikedeki
Diller Fonu" diye bir kuruluştan söz ediliyor yalnızca. Amaç, yok olma
tehlikesindeki diller konusunda yapılan araştırma ve koruma çalışmalarını
desteklemek, elde edilen sonuçların yayımlanmasına yardımcı olmak diye
tanımlanmış. Yale Üniversitesi'nde yer alan bu "delegasyon" her yıl
on iki kadar projeye kaynak sağlıyormuş. Kaynaklar üye katkılarından ibaret
olmak üzere. Buradaki bilgiler, ölmeye çok yaklaşmış dillerle ilgili projelere
öncelik verildiğini gösteriyor. "Kuzey Amerika"da Dil Barışı adı
altında başka bilgi yok.
En etkin görünenler, İspanyolca konuşan
ülkelerdeki ve Japonya'daki delegasyonlar. Bolivya-Cochabamba'da 1-4 Ekim 2006
tarihlerinde "VII. Latin Amerika İkidilli Kültürlerarası Eğitim
Kurultayı"nın yapılacağı duyuruluyor. Linguapax-Asya da önümüzdeki 7
Ekim'de Tokyo Üniversitesi'nin evsahipliğinde "Dilin Sahibi Kimdir"
başlıklı 3. uluslararası sempozyumu düzenliyor.
Yukarıdaki bilgilere bakarak, Latin Amerika
ülkeleri ve Japonya barış açısından umut vaat eden toplumlar diyebilir miyiz?
Herhalde en azından mim koyabiliriz bu verilere. Hiç değilse "kapalı"
değiller. Dünya ölçüsünde ise, genellemenin kabalığı pahasına diyebiliriz ki şu
aralar öne çıkan savaştır. Linguapax derinlere dalmış, sahnenin önünden
çekilmiştir.
Linguapax türü projeler ya Eğitim-Sen
örneğindeki gibi en kısa yoldan bertaraf ediliyor ya da son çözümlemede dünya
devlerine bağımlı olan UNESCO örneğindeki gibi egemen çıkarlar doğrultusunda
kullanılmak üzere yedeğe alınıyor. Toplumsal yarar onlardan ancak egemen
çıkarları kemirmediği ölçüde kabul görüyor.
Doğal dillerle ilgili durum böyle.
Barışın diline gelince. Barış Anneleri
İnisiyatifi, 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla bir çağrıda bulundu: Tüm
kadınları savaşa karşı birlikte hareket etmeye ve Silopi sınırında kuracakları
"Barış Çadırı"na çağırıyorlar. Askerin ölmesine de, dağdakilerin
ölmesine de karşılar. Talepleri: barış, demokrasi ve eşitlik. Demokrasi
sağlanırsa barışın da geleceğine inanıyorlar.
Tam on yıl oldu: Yanılmıyorsam İnsan Hakları
Derneği'nin girişimiyle Diyarbakır'a bir "Barış Treni" düzenlenmişti.
Bir arkadaş, trene Diyarbakır'a yaklaşırken binip bizimle konuşan Diyarbakırlı
kadınlardan bazılarının, trenle birlikte barışın da fiilen, resmen geleceğine
inanmış olduklarını fark etmişti. Trenin günlerce heyecanla beklenmiş olmasında
ve engellemelere karşın istasyon meydanında toplanan inanılmaz büyüklükteki
kalabalıkta o inancın da payı vardı belki.
Bu 1 Eylülde ise bana en anlamlı gelen
çağrı, Barış Anneleri İnisiyatifi'nden Sultan Koyun'a ait: "Barışın yükünü
hepiniz omuzlayın" diyor Sultan Koyun.
Barışın yükü savaşınkinden daha ağır; çünkü
barış, savaşın getirdiklerinin yanı sıra, savaş öncesinin yükünü de içeriyor.
Önemli bir bölümü de sözlerden oluşuyor bu yükün; yoksama ve nefret sözleri
kurşun ağırlığında. Savaş sürdükçe de artıyor bu yük.
&
Kürt sorunu, bir yönüyle de açık konuşamama sorunu.
Bunu söylerken elbette düşmanca,
saldırganca, ya da hiçbir barış perspektifi gözetmeyen söylemleri
kastetmiyorum; o tür söylemlerin sahipleri için, konuşamamanın herhangi bir
türü söz konusu değil. Onlar bu toplumun en zayıf yerini habire kanırtanlardır.
Konuşamama sorunu genel olarak Kürtler ve onları anlamaya çalışanlar için
geçerli.
Geçen kış çeşitli televizyon kanallarının programlarında Kürt sorunu uzun uzun tartışma konusu edildi. Bu programlara az çok temsilci konumunda sayılan Kürtler ve "kanaat önderleri" de katıldı. Gelgelelim, estirilen tuhaf özgürlük havası içinde, katılımcıların konuşmalarında bir bulanıklık vardı hep. Program yöneticileri, katılımcılara tam bir özgürlük sunuyor görünümündeydi ama, tartışmaları genellikle birer sorgu seansı olarak yürütmeyi de başarıyorlardı. Konuşamayanların üzerinde ise hem bunun hem de birikmiş baskıların etkisi hissediliyordu.
Konuşamama durumunun birikmiş baskılardan başka nedenleri de var. Bundan birkaç yıl öncesine kadar, devrimci, sosyalist ya da özgürlükçü muhalif kesimin Kürt sorununu konuşmamak gibi bir tavrı, bir tür örtülü ortak kararı vardı. Bugün de bazı kesimlerce sürdürülen bir tavır. Bilerek seçilmiş, en azından bütünüyle istemli olduğu düşünülen bir tavırdı o. Şu an sözünü etmekte olduğum açık konuşamama durumundan farklıydı.
Sol muhalefet o tavrına son vereli epey oldu. Ama o dönemin, konuşmama döneminin, daha sonra ortaya çıkan ve hâlâ büyük ölçüde geçerli olan duruma, konuşulamamasına katkısı olduğu fikrindeyim: Söylenecekler yeterince konuşulmadıysa, yazılmadıysa, yeterince düşünülememiş demektir aynı zamanda.
Sonuçta hüküm süren durum kısmen istemli, ama büyük bölümüyle istemdışı ve çok daha genel bir olgu. Yalnızca televizyon konuşmalarında değil, yazılarda, ortak imzalı çağrılarda, panel ve konferanslarda da geçerli.
Geçen kış çeşitli televizyon kanallarının programlarında Kürt sorunu uzun uzun tartışma konusu edildi. Bu programlara az çok temsilci konumunda sayılan Kürtler ve "kanaat önderleri" de katıldı. Gelgelelim, estirilen tuhaf özgürlük havası içinde, katılımcıların konuşmalarında bir bulanıklık vardı hep. Program yöneticileri, katılımcılara tam bir özgürlük sunuyor görünümündeydi ama, tartışmaları genellikle birer sorgu seansı olarak yürütmeyi de başarıyorlardı. Konuşamayanların üzerinde ise hem bunun hem de birikmiş baskıların etkisi hissediliyordu.
Konuşamama durumunun birikmiş baskılardan başka nedenleri de var. Bundan birkaç yıl öncesine kadar, devrimci, sosyalist ya da özgürlükçü muhalif kesimin Kürt sorununu konuşmamak gibi bir tavrı, bir tür örtülü ortak kararı vardı. Bugün de bazı kesimlerce sürdürülen bir tavır. Bilerek seçilmiş, en azından bütünüyle istemli olduğu düşünülen bir tavırdı o. Şu an sözünü etmekte olduğum açık konuşamama durumundan farklıydı.
Sol muhalefet o tavrına son vereli epey oldu. Ama o dönemin, konuşmama döneminin, daha sonra ortaya çıkan ve hâlâ büyük ölçüde geçerli olan duruma, konuşulamamasına katkısı olduğu fikrindeyim: Söylenecekler yeterince konuşulmadıysa, yazılmadıysa, yeterince düşünülememiş demektir aynı zamanda.
Sonuçta hüküm süren durum kısmen istemli, ama büyük bölümüyle istemdışı ve çok daha genel bir olgu. Yalnızca televizyon konuşmalarında değil, yazılarda, ortak imzalı çağrılarda, panel ve konferanslarda da geçerli.
Ortak imzalı çağrılara genel ve soyut bir
söylemin egemen olmasında, ortaklaşma ihtiyacının da payı var. Çözüm için hangi
önlemlerin istendiği ortaya dökülse, ortak bir söz söyleme olanağı azalacak,
herkes ben buna yokum diyecek bir madde bulacaktır. Ama taleplerin
somutlaştırıl(a)mamasında, uzun sürmüş baskı ve istemli susma dönemlerinin
belirleyici olup olmadığı düşünmeye değer.
Gelgelelim, asgari müşterektir, olabildiğince geniş bir çevreyi katmaktır derken ortaya çıkan metinler birer konuşamama metni oluyor sonuçta. "Karnından konuşmak" deyimiyle de bunun kastedildiğini sanıyorum. Sonuncu örnek, 13 Eylül 2006 tarihli ortak bildiridir. Bu metinde somut, bulanık olmayan, tek bir talep ve çağrı var: "PKK silahlı eylemlere ön koşulsuz olarak derhal son vermeli." Bunun dışındaki çağrıların tümü soyut. Şöyle:
"... askerlerimizin, gençlerimizin, çocuklarımızın öldürülmesine ... herkes için barış, herkes için adalet ... şiddetle çözülemediği görülen sorunları barışçı yollarla çözmek ... her türlü şiddet ... sorunların barışçıl ve demokratik yollardan çözümü ... Herkesin demokratik toplumsal, siyasal yaşama katılabilmesi ve toplumsal barışın sağlanması için ... devletin tüm kurumlarının da gerekli yasal düzenlemeleri ve projeleri vakit geçirmeksizin gerçekleştirmesini ..."
Bu sözler konuşamama durumu dediğim şeyin en tipik örneklerinden. Her birinin bugünkü toplumsal ve siyasal kesimler içinde en az iki farklı yorumu bulunuyor. Şiddet dediğinizde bir kesimin aklına yalnızca PKK geliyor, bir başka kesimin aklına ise hem PKK hem devlet. "Demokratik çözüm", "gerekli yasal düzenlemeler" vb. dediğinizde bir kesim Kürt varlığının yasalarda anılmasını anlıyor, bir kesim ise Kürtlerin şimdiki gibi yaşamasını ("daha ne istiyorlar ki?"). Başka bir deyişle, ortak bir dile ait değil bu sözler. Dolayısıyla, bulanıklar.
Gelgelelim, asgari müşterektir, olabildiğince geniş bir çevreyi katmaktır derken ortaya çıkan metinler birer konuşamama metni oluyor sonuçta. "Karnından konuşmak" deyimiyle de bunun kastedildiğini sanıyorum. Sonuncu örnek, 13 Eylül 2006 tarihli ortak bildiridir. Bu metinde somut, bulanık olmayan, tek bir talep ve çağrı var: "PKK silahlı eylemlere ön koşulsuz olarak derhal son vermeli." Bunun dışındaki çağrıların tümü soyut. Şöyle:
"... askerlerimizin, gençlerimizin, çocuklarımızın öldürülmesine ... herkes için barış, herkes için adalet ... şiddetle çözülemediği görülen sorunları barışçı yollarla çözmek ... her türlü şiddet ... sorunların barışçıl ve demokratik yollardan çözümü ... Herkesin demokratik toplumsal, siyasal yaşama katılabilmesi ve toplumsal barışın sağlanması için ... devletin tüm kurumlarının da gerekli yasal düzenlemeleri ve projeleri vakit geçirmeksizin gerçekleştirmesini ..."
Bu sözler konuşamama durumu dediğim şeyin en tipik örneklerinden. Her birinin bugünkü toplumsal ve siyasal kesimler içinde en az iki farklı yorumu bulunuyor. Şiddet dediğinizde bir kesimin aklına yalnızca PKK geliyor, bir başka kesimin aklına ise hem PKK hem devlet. "Demokratik çözüm", "gerekli yasal düzenlemeler" vb. dediğinizde bir kesim Kürt varlığının yasalarda anılmasını anlıyor, bir kesim ise Kürtlerin şimdiki gibi yaşamasını ("daha ne istiyorlar ki?"). Başka bir deyişle, ortak bir dile ait değil bu sözler. Dolayısıyla, bulanıklar.
Bulanıklığı az çok giderecek bir anahtar
olarak, Taha Parla'nın 10.9.2006 tarihli Radikal İki'de yayımlanan yazısında
kurulan iki bağıntıya başvurulabilir. Taha Parla bu yazısında, "şiddet
yöntemi" ile "askeri çözüm"ü, "müzakere" ile de
"politik çözüm"ü bağıntılandırıyor. Yazıdan çıkan fikir, bunlardan
birincisini ikincisinin önüne geçirmemek gerektiğidir; şiddet değil, müzakere.
Demokratik Toplum Partisi (DTP) bir süredir
sözünü az çok netleştirdi. İlkbahara girerken, 10 Mart tarihli bir bildiriyle,
Kürt kimliğinin tanınması, "Kürtler'in yoğun olarak yaşadığı bölgelerde
Kürtçenin Türkçe ile birlikte resmî dil statüsüne kavuşturulması", temsil
hakkı ve siyasal af gibi belirli talepler ileri sürmüştü. Devlet bunların
konuşulması yönünde adım atarsa "akan kanın durabileceği"ni söylüyor
DTP. Bir yandan da PKK'ya ateşkes çağrısında bulunuyor.
&
Dilsel şiddet[3]
Soğuk savaş döneminin dünya haberlerinde
demirbaş sözcük "gerginlikler"di: Dünyada gerginliklerin azaltılması
için şu yapılıyor, bu yapılıyor, nükleer silahların sınırlandırılması,
konvansiyonel silahların azaltılması vb vb. Sovyetler yıkılınca dünya haberlerinde
"gerginlikler"in yerini "terörizm" aldı. Terör terörü de
diyebiliriz.
Şu aralar ise en azından bizim toplumumuzda
ikisi birden devrede. Gerginliğin tırmanışı "linç kültürü"
nitelemesini doğuracak noktalara ulaştı, terör terörü de herkesi sindirme
yolunda.
İşin bu noktalara varmasına yol açan
birikimin tek nedeni karşılıklı fiziksel şiddet değil elbette. Gerilimin
yaratılıp beslenmesinde dilsel şiddetin payı büyük.
"Dilsel şiddet"in yaygın tanımı,
"uyum azaltıcı söz". Uyum azalmasının uzun erimdeki etkilerinden
biri, ilişki kurmayı olanaksız kılacak gerginliklere yol açması. Dışlayıcı
söylemleri de dilsel şiddet sayanlar var; özellikle sonuçları açısından.
Bu son cümledeki görüşü kabul edecek
olursak, Kürtlerin "inkâr ve imha" adını verdikleri politikaların
şiddete bulaşmamış bir yanının kalmadığına dikkat edilmeli. Dışlama
politikaları, devletin ve okumuşların "anadili, kültür, tarih,
çiftdillilik" gibi kavramlarla ilgili söylemlerinde hâlâ sürüp gidiyor.
Okumuşlarla ilgili son örnek için, kitap-lık dergisinin Ekim 2006 sayısındaki
"Çiftdilli Yazarlar" dosyasına bakılabilir. "Nedenlerin oldukça
özel" bulunduğu "Editör'den" başlıklı yazıyla ve çerçeve
yazılarla birlikte bakıldığında, Mehmed Uzun'la ilgili yazı dosyada iyiden
iyiye yama gibi kalıyor.
Öyle görünüyor ki tıpkı diğer toplumsal
sorunlar gibi dilsel şiddetin yıkıcı etkilerinden kurtulmanın yolu da bilinç
yükseltme mücadelesinden geçiyor: Şiddetten arınmış bir toplum isteyen
herkesin, acaba sarf ettiğim söz kastımı (amacımı, niyetimi) aşıyor mu, kimseyi
haksız yere dışlıyor mu diye, dönüp kendi sözüne ve karşılaştığı söylemlere
bakması.
Dilsel şiddete başvuranlardan bir bölümü
bunu verili değerler (erkeklik, vatanperverlik) çerçevesinde kendini
göstermenin ya da kanıtlamanın bir yolu gibi görüyor olabilir. Bir bölümü de
düpedüz gerginliklerin kopacak kadar artmasını amaçlıyordur belki. "Ruh
hastası ideolojiler, köpek, şeytan" gibi nitelemelerden geçilmeyen,
"yırtıcı" sıfatını olumlayan "modern vaiz"lerin dilindeki
şiddet bu açıdan özellikle incelemeye değer. Ama herhalde dilsel şiddete
başvuranların büyük bir bölümü ne dediklerinin gereken ölçülerde bilincinde
olmayan kimselerdir.
İnsan dediğimiz varlığın içindeki mağmayı ve
sözlerimizin genellikle katışıksız bilinç ürünü olmadığını göz önüne
aldığımızda bile hedeflenebilecek belirli bir bilinç düzeyi var ve çoğu toplum
gibi bizim toplumumuzda da sözün/ dilin neliği konusundaki bilinçsizlik had
safhada: Çoğu kişi "dil bilinci" denince ya "dilbilgisi"ni anlıyor,
ya "dil bilgisi"ni, ya da Dil Bayramı gibi etkinlikler için
ezberlenenleri.
Son zamanlarda, gerginliklerin artmasıyla
birlikte olumlu bir gelişme olarak dilsel şiddetten de söz edilir oldu. Gerçi
kavramın farkında olmak, aynı paragraf içinde saldırgan duyguların da dile
gelmesine her zaman engel olmuyor. Yine de ilk adımlar önemli. Özellikle, bir
reklamdaki (üstelik "hedef kitlesi" çocuklar olan bir reklamdaki)
militarist sözlere itiraz edilip sonuç alınması gibi çabalar.
Bilimsel düzlemde de çeşitli çalışmalar var.
Çukurova Üniversitesi'nden Prof. Dr.
Tahir Balcı ve Doç. Dr. Nazire Akbulut'un "Küreselleşme ve Dil"
başlıklı çalışmaları gibi: "Dilsel güdüleme"den ve bunun dilsel
teröre dönüşebildiğinden söz eden bir sempozyum bildirisi. Verilen örnekler
arasında, "Bu memleket için kurşun atan da kurşun yiyen de
kahramandır" ve "Ne yaptıysak bu memleket için yaptık" da yer
alıyor.
Mehmet Ağar son günlerde herhalde bir seçim
kazası olarak tüm annelerden söz edince, Genelkurmay Başkanı tarafından
"cumartesi anaları"nı dışlayan sözlerle yanıtlandı. Bu sözler üzerine
derinlemesine, özellikle feminist kuram açısından düşünmek isteyenler için yeni
ve vazgeçilmez bir kaynak: Meltem Ahıska'nın, "Kayıp Annelerinin Şiddete
Tanıklığı" başlıklı yazısı (Amargi dergisi, Güz 2006).
Kaçırmamakta yarar olan bir başka kaynak da,
Reşat Çalışlar'ın ‘gönüllü sözel şiddet kurbanlığı’ diye adlandırılabilecek,
herhalde benzersiz tabukırıcılığı: www.resatcalislar.com sitesinde
"zazie"yi tıklayın.
&
Çok dikkatli olmak[4]
Şu aralar toplumsal/ siyasal düzlemlerde dil
meseleleri yine revaçta. Bu kez öne çıkan meseleler daha çok söylemle ilgili.
"Siyasetçiler de biz de şu sıralar
kullandığımız terminolojide çok dikkatli olmalıyız. Bu sıralar oy almak isteyen
her politikacı her kelimesinde çok dikkatli olmalı, Başbakan dahil."
Bu sözler, BirGün gazetesinin "'Kürt
Sorunu'nda Tarihi Dönemeç" başlıklı dizisinde İnci Hekimoğlu'nun
sorularını yanıtlayan emekli General Rıza Küçükoğlu'na ait (29.10.2006). Daha
çok "hassasiyetler" diye anılan türden bir duyarlığı yansıtıyor.
Öte yanda, militarizm karşıtı, ayrımcılık
karşıtı, diyalog yanlısı muhalif kesimde de söylem meseleleri konusunda artan
bir duyarlık gözleniyor. Muhaliflerin derdi, kamu önünde sarf edilen sözlerin
barış açısından olası etkileri, çağrışımları, olumsuz ve olumlu yönleridir;
amaç, çatışmacı etkilerden, giderek çatışmacı zihniyetlerden kurtulmak.
20.10.2006 tarihli Dil Meseleleri'nde değindiğim üzere, geçenlerde bir reklam,
militarist niteliği nedeniyle eleştirildi ve yürürlükten kaldırılması
sağlanabildi örneğin. Önümüzdeki dönemde reklamcılara, her tür basına, seçimler
yaklaştığına göre devlet siyasetçilerine, kısacası kamu önünde söz söyleyen
herkese, yalnızca "doğru Türkçe" ve "hassasiyetler"
açısından değil, barış açısından da eleştiriler gelebilir. Barış açısından,
hemen herkesin uyanmasını, ezber bozmasını gerektiren kavramlar var.
Toplumumuzun önündeki güncel tehlikeleri
dikkate alarak düşününce, terimler ve kavramlar açısından bir tür önem
sıralaması bile çıkıyor ortaya. İlk sırayı, yaygın bir biçimde yanlış anlaşılan
"militarizm" ve "ayrımcılık" terimleri alıyor.
Militarizm deyince "asker" geliyor
akla. Gelmesi olağan ama, militarizm "asker" demek değil, "her
sorunu askerî yöntemle çözmek, askere öncelik tanımak, askerliği en yüce uğraş
saymak eğilimi" demek. "Militer" (=asker) olmanın tanımı ile,
militarist olmanın tanımı birbirinden farklı. Oysa toplumumuzda hâlâ, bilerek
ya da bilmeyerek, her militarizm eleştirisini "asker düşmanı",
"ordu düşmanı" gibi sözlerle karşılayanlar var. Kavramın üzerinde düşünmeyi
istemiyor sanki bazı okumuşlar. Örneğin, bir militarizm sorgulamasına bile
gerek duymadan, "asker millet" olmayı olumlayabiliyor, "asker
doğmak"la övünebiliyorlar. Tarihin diğer iki büyük militarizminin (Almanya
ve Japonya) deneyimleri düşünülebilir oysa.
Önem sıralamasının başlarında yer alan
"ayrımcılık" terimine kaç kez değindim, "ayrılıkçılık"la,
bölücülükle karıştırıldığına kaç kez dikkat çektim bilmiyorum. Emekli General
Rıza Küçükoğlu, yukarıda sözünü ettiğim röportajda bu terimi şöyle kullanıyor:
"Yapılan
yanlış şu: Kürt-Türk kardeştir. Zaten bunu diyerek siz ayrımcılık
yapıyorsunuz."
"Kürt-Türk kardeştir" demenin,
yerine göre diğer yurttaşları dışlamak gibi bazı sorunlar içereceği
savunulabilir. Ama sayın generalin buradaki kastı o değil: 12 Eylül
anayasasına, yürürlükteki Anayasa'nın "değişmez" 64. maddesine
gönderme yapıyor. Bir toplumsal kategorinin adını anmayı ayrımcılık sayıyor.
Oysa ayrımcılık, toplumsal kategorilerin adını anmayı değil, anmamayı da
içerecek bir biçimde, kategorilerden birine ayrıcalık tanımak anlamına geliyor.
"Siyasallaşma" terimi de yerleşik
tanımlar, hatta mantık ihlal edilerek
kullanılan önemli güncel terimlerden: "terörün siyasallaştırılması/
örgütün siyasallaştırılması" vb. Bu örneklerde sözü edilen terör ve örgüt
zaten baştan beri siyasal nitelikli değil midir? Söz konusu olan, "trafik
terörü"nün siyasallaşması değil ki? (Gerçi trafik bile günümüzün bazı
kuramlarına göre siyasete dahildir ama, ona geniş anlamdaki siyaset
diyebiliriz; burada yerleşik anlamıyla siyasetten söz ediyoruz.) "Terörün
siyasallaştırılması/ örgütün siyasallaştırılması" sözlerini
terimleştirmeye çalışanların bu sözlerden kastı, yanlış anlamıyorsam, teröre
başvuran örgütün bundan böyle yasal yollardan siyaset yapar duruma gelmesidir.
Ama bunu böylece söylemek yasal siyaset olasılığını kabul etmek anlamına
gelebilir kaygısıyla, bu kez mantık dışı bir söylem oluşturuluyor.
Liste böylece uzayıp gidiyor ne yazık ki.
&
Kavşakta[5]
"Ateşkes" süreciyle birlikte Kürt
sorunu farklı bir noktaya geldi. Ateşkes sürecini bir fırsat olarak gören
barışseverler çeşitli çalışmalar yapıyor. Gerek bu çalışmalarda, gerekse başka
plaformlarda bu süreçte kullanılan dilin önemine dikkat çekiliyor. Bu dönem
açısından nasıl bir dil kullanılmalıdır? Nelere dikkat edilmelidir?"
Kürt sorununda gerçekten de belirleyici
olabilecek bir kavşaktayız. Demokratik bir toplum isteyenlerden çatışmacı
yöntemlere karşı olanlarla olmayanların yollarının kesiştiği bir kavşak. Bu
zemini Kürt sorununun çözüm yoluna dönüştürmenin olanakları toplumumuzun önünde
duruyor. Bunun için çözümsüzleştirici eğilimlere dikkat etmek önem taşıyor.
Çözümsüzleştirici
eğilimlerin başında "şahinler", yani militarist eğilim geliyor. Bu
eğilim, yapıp ettikleri açısından, kurumuş topraktaki çatlakları beton dökerek
önlemeye çalışmaktan hiç farklı değil.
Şahin dilinin
değişmeyen özelliği ise kesinleyiciliktir. Kesinlik değil, kesinleyicilik.
Denebilir ki bu bir tür meslek hastalığıdır, tıpkı mutfaktaki kavanozlara kadar
her kavanoza etiket yapıştırmadan rahat edemeyen bazı eczacıların ya da her
hastalığı kesip biçerek iyileştirmeyi düşünen kötü cerrahların durumu gibi.
Ama bazı
militaristler de var ki onların dili, hasmının ölüsüne hakaret etmeye kadar
varan, korkunç ve kötü kokulu tonlara bürünüyor.
Düşünülürse,
yalnızca kestirip atan, hakaret etmeyen bir dil, sonuçta bir düşünceyi dile
getiriyor olabilir; bu açıdan, hakaret dilinden farklıdır. İçeriğine
katılmasanız da, militarist de bulsanız, üzerinde düşünülüp tartışılacak
söylemlere dahildir bunlar. Sözgelimi, ya öl ya teslim ol, böyle bir sözdür.
İki askerî seçenekten başka bir seçeneğe yer bırakmadığı için militaristtir bu
söz. Zerrelerine kadar şiddet içermektedir. Ancak, hakaret içermemektedir.
Hakaret sözleri
yalnızca ve yalnızca nefret yaratır. Nerelere kadar uzanacağı, hangi birikmiş
hınçları harekete geçireceği hiç belli olmayan bir nefret.
Hakaretlere örnek
vermeyeceğim. Şu an aklımdan geçiyor elbette o sözler. Ama onları
yinelemeyeceğim. Öyle sözleri, kınamak, "böyle denmesin" diye önermek
için bile olsa yinelememek gerekir.
Nefret sözleri konusunda bilinçli olmak,
toplumsal (ve kişisel) yaşamın en derin temelleriyle ilgili. Dolayısıyla, zaman
içinde uluslararası bir sözleşmeye de konu olmuş bir sorun. 23 Mart 1976
tarihinde yürürlüğe girmiş olan "Uluslararası Kişi Hakları ve Siyasal
Haklar Sözleşmesi"nin, konumuzu ilgilendiren 20. maddesi şöyle:
"1.
Her türlü savaş propagandası yasayla yasaklanır.
2. Ayrımcılığı, düşmanlığı ya da şiddeti
kışkırtıcı nitelikteki her tür ulusal, ırksal ya da dinsel nefret savunuculuğu
yasayla yasaklanır."
Türkiye herhalde bu sözleşmeyi imzalamıştır.
Ama buradaki "nefret" öğesi konusunda yaygın bir bilinçten söz
edemeyiz. O kadar ki, bazı çevirilerde "nefret" sözcüğü atlanmış,
yerine yalnızca "karşıtlık" denmiş. Oysa bu sözcük belirleyici
önemde. Savcılar bu sözleşmenin farkına varıp ciddiye alacak olsalar, ki eğer
toplumun temellerini önemsiyorlarsa almaları gerekir, kendilerine nasıl
görevler düştüğünü fark edeceklerdir.
Nefret söylemleri konusu elbette yalnızca
hukuk açısından değil, gündelik kamusal söylem açısından, uzun erimde ilkeli ve
rızaya dayalı bir toplum olmak açısından, yurttaşların birbirine duyarlı ve
sezgili olması açısından da belirleyici önemde.
Böyle bir dönemeçte herkesin kamu önünde,
hatta kendi kendine söylediği sözlerin "yan etkileri"ne dikkat
etmesi, kendini muhataplarının yerine koyma çabasına girişmesi gerekir. Ünlü
sözdür: Çıktığın kapıyı çarparak çıkma, geri dönmen gerekebilir. Ülke, bölge,
hatta dünya olarak "hepimiz aynı gemide" olduğumuza göre, yeniden
aynı kapılardan geçmek zorunda kalma olasılığı yüksektir. Dolayısıyla, gitgide
daha fazla dil bilincine ihtiyaç var; en azından enerji bilincine olan ihtiyaç
kadar.
&
Radikal İki'de bundan önce yayımlanan yazımın başlığı, "Kürt sorunu,konuşamama sorunu"ydu. Aradan geçen üç aya yakın sürede PKK'nın "ateşkes" adını verdiği kararıyla birlikte çözüm arayışları çoğaldı, sorun da kim konuşacak sorununa dönüştü.
"Ateşkes" teriminin yersizliği tartışması bir yana, silahlı eyleme son verilmiş olması demokratik çözüm isteyenler için bir araya gelmenin asgari koşullarını yaratmış oldu. Sonradan "Mayıs ayına kadar" diye tarih verilmesi bu olumlu havayı fazlasıyla tatsız bir tehdit öğesiyle bulandırdıysa da, bunu zorluyor olabilecek psikolojik etmenleri göz önünde tutmakta yarar olabilir.
Her durumda, Kürt sorununda demokratik, barışçı, diyaloğa dayalı bir çözüm isteyenlerin yollarının kesiştiği bir kavşaktayız. Bu kavşakta aklın yolunu birleştirmek olanaklı görünüyor. Akıllar pazara çıkmış, herkes kendininkini almış der eskiler ama, umalım ki bu kez herkes yine öyle yapmasın.
Benim görebildiğim başlıca akıllar şunlar:
I) Bir gruba göre, savaşı kimler verdiyse, silah kullanan taraflar hangileriyse, konuşması gerekenler de onlardır. Diğerlerine düşen, masaya oturulup konuşulsun diye baskı grubu oluşturmaktan ibarettir.
Bu mantık, farklı toplumları temsil eden iki silahlı gücün varlığına dayalı. Unutulan nokta ise, Kürt sorununda söz konusu olanın iki devlet ile onların orduları arasındaki bir savaş ve o savaşın sonunda yapılacak barış görüşmeleri olmadığı. Ortalıkta bir savaş var ama, iki ayrı toplum yok. Toplum olmaya çalışmış ve bunu gereğince başaramamış, geniş anlamdaki bir toplum var. İç içe ve yan yana yaşayan topluluklar da diyebiliriz. Ve büyük bir çoğunluk, gelecekte daha iyi bir topluma dönüşme arzusunu dile getiriyor. Dolayısıyla, sorun yalnızca silaha başvurmuş olanları ilgilendirmiyor. Onlar dahil, son bireyine kadar, toplum olmak isteyen herkesi ilgilendiriyor. Sorun, Kürtlerin toplum dokusunda Kürt olarak yer almasını biçimlendirme sorunu.
II) İkinci bir gruba, daha doğrusu yüksek askerî yetkililere göre, PKK'lıların teslim olması ya da son ferdine kadar etkisiz duruma getirilmesi dışında çözüm yoktur.
Bu ürkütücü fikrin tek su götürür yanı, "genel af"fın olanaksızlığı çerçevesinde dile getirilmiş olması. "Çözüm yok"tan kasıt, "genel af"fın kabul edilemeyeceğidir. Burada "genel af" terimi ve vurgusuyla ilgili bir soruna işaret etmek gerekiyor. "Genel af" terimi yaygın bir yanlış olarak, herkesin ve tüm suçların af kapsamında olması biçiminde anlaşılıyor. Oysa terimin hukuktaki tanımı böyle değil. Buradaki "genel"den kasıt, suçun sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasıdır. Başka bir deyişle, hukuk disiplininin "genel af"tan anladığı, belirli cezaların hem hapsetme bölümünü hem de sabıkalılık, kamu hizmetlerinden men gibi hukuki sonuçlarını ortadan kaldıran aflardır. Kısmi afta ise cezanın yalnızca fiili (hapsedilme) bölümü ortadan kalkıyor. Hapiste yatmıyorsunuz ama, sabıkanız sabıka olarak kalıyor, kamu hizmetlerinden men edilmişseniz, bu men kararı da yürürlükte oluyor vb. Kısacası, genel afların da, kısmi afların da kapsamı değişebiliyor, belirli suçları kapsayıp diğerlerini kapsam dışı bırakabiliyor. Sözün kısası, Kürt sorunu ile ilgili olarak çok kullanılacağı besbelli olan "af" ve "genel af" terimleri arasındaki farka dikkat edilmesinde, terimin bilerek kullanılmasında yarar var.
III) Benim de aralarında bulunduğum üçüncü bir grup ise, herkesin konuşmasından yana ve Kürt sorunu diye bir sorun yokmuş gibi davrananları eleştiriyor. Bu grup, tahmin edilebileceği üzere, henüz ortak bir ses çıkarabilmiş değil.
Ne yapmalı?
Görebildiğim eğilimleri kabaca sıraladıktan sonra, kişisel olarak şu uğraktaki "ne yapmalı" sorusuna verdiğim yanıtları açıklamak gereğini duyuyorum:
- Siyasal sorunları silah ve şiddet yoluyla çözmek yönündeki tüm girişimlere son verilmelidir. "Silahlı çözüm" diye bir çözüm yoktur. Bir yandan, başta devlet tarafından olmak üzere örgüt ve yurttaşlar tarafından geçmişte, bugüne kadar yapılan hataların adı konulup özür dilenmeli, bir taraftan da geleceği kandan ve acıdan arındırmak için barışın inşasına başlanmalı, bu çerçevede bir af çıkarılmalıdır.
- Tüm hoşnutsuzluk ve sorunların tek çözüm yolu konuşma ve anlaşma olmalıdır. Bunun için, dolaysız şiddet çağrısı ve hakaret içermeyen hiçbir söz kısıtlanmamalı, ifade özgürlüğü eksiksiz olmalıdır.
Hiçbir ulusal, etnik ya da ırksal varlık aşağılanamaz. Bu nedenle, "Türklüğü aşağılamayı" yasaklayıp diğer ulusal adların aşağılanmasından söz etmeyen 301. madde, ırkçı bir maddedir; derhal
kaldırılmalıdır.
- Nefret ve hakaret içeren sözlerden kaçınılmalı, böyle sözlerin sahiplerine dikkat edilmelidir.
- Kürt varlığı ile diğer dilsel ve kültürel varlıklar, toplumumuzun hukuki, siyasal, kültürel ve eğitsel tüm kamu yaşamına dahil edilmeli, yasalarda ve tarih ile edebiyat başta olmak üzere tüm ders kitaplarında yer bulmalıdır.
- Hiç kimse anadilini kullandığı için kovuşturmaya uğramamalı, yaşayan anadillerinin korunup geliştirilmesi için gerekenler yapılmalı, "artırıcı çokdillilik" temeline dayalı eğitim derhal gündeme alınmalı, konuyla ilgili bilimsel çalışmalar için eğitimcilere çağrı yapılıp olanak sağlanmalıdır.
- Yurttaşlarımızın dilsel ve kültürel varlıklarına haksızlık edildiği duygusuna kapılması mutlaka önlenmeli, taleplerine kulak verilmelidir. Öyle ki hiç kimse kendi kültürünü kamusal yaşamdan dışlanmış hissetmesin.
&
Irkçılığın barınağı[7]
26.11.2004 tarihli Dil Meseleleri'nin
başlığı, "Dildeki ırkçılık ve ayrımcılık"tı. Türkçedeki ırkçı
sözlerden örnekler veriyordum orada: "Ne Arabın yüzü ne Şam'ın şekeri;
Çingene çalar Kürt oynar; alavere dalavere Kürt Memet nöbete; Ermeni dölü; sütü
bozuk..."
Hrant Dink cinayeti, bir tabancadan çok, bu
tür deyimlerle, 301. maddeyle, tektipçi politikalarla biriktirilen duyguların
patlamasıydı. Bu cinayetin hazırlayıcıları arasında "Ermeni dölü"
küfürü de var, Hrant Dink'e 301. madde uyarınca 'Türklüğü aşağıladı'
bahanesiyle parmak doğrultulması da.
Tektipçi nefret, ırkçı nefret, çöp dağları
gibi. Hem biriktirilip hem bastırılınca, en zayıf yerinden patlak veriyor.
Patlak vermesi için, birilerinin o yere bir kibrit çakması yetiyor.
301. maddenin ırkçı bir madde olduğu fark
edilmiyor olabilir mi? Her 301. madde diyen, adı her nedense
"solcu"ya çıkmış olan "ana muhalefet" partisinin de,
iktidar partisinin de, tüm ilgililerin de imzasını taşıyan bir ırkçılıktan söz
etmiş oluyor.
Daha kaç kez yinelemek gerekecek bilmiyorum:
Türklüğü aşağılamayı yasaklayıp diğer ulusal adların aşağılanmasından söz
etmemek, ırkçılıktır. 301. maddede ısrar etmek, ırkçılığın apaçık bir
biçimidir. Her tür ulusal varlığı kapsayan, her tür ırkçılığı yasaklayan bir
madde yerine bu maddede ısrar eden herkes ırkçılık suçundan yargılanabilir.
İkinci Dünya Savaşı'ndan beri kimse ırkçıyım
demiyor artık. Irkçılık yok mu oldu peki? Kimse kendi ırkının üstünlüğü ya da
başka bir ırkın "aşağı"lığı savında değil mi artık? Böyle savlar yok
olmadıysa, başka bir etiketle bir yerlerde gizleniyor olmaları gerekir. Hangi
etikettir bu? Irkçılık kendine hangi ideolojik sıfatı mesken seçmektedir?
Naziler, "national sozialist"
kavramında barınıyorlardı. Türkçesi: Millî sosyalist ya da ulusal toplumcu.
Başlangıçta bulanıktı bu kavram; ne de olsa, o sıralar kitlelerin gözdesi olan
bir yanı vardı. Aynı kavram daha sonra "nazizm" biçiminde
terimleşerek tarihin en tipik ırkçılık olgularından birinin adı oldu. Herhangi
bir bulanıklığı da kalmadı.
Bugünkü ırkçılık ise, en azından bizim
ülkemizde bulanıklığını hâlâ sürdürmekte olan "milliyetçilik"
kavramında barınıyor. (Bu bulanıklığı çok iyi anlatan incelemeler olarak, Tanıl
Bora'nın gerek Kemal Can ile birlikte, gerekse bir başına yazdığı, İletişim
Yayınları'ndan çıkan kitaplarını ve Birikim dergisinin ilgili sayılarını
anmalıyım.)
Milliyetçilik kavramı antiemperyalizmle
birleşsin diye habire zorlanıyor. "MHP milliyetçiliği/ Atatürk
milliyetçiliği/ antiemperyalist milliyetçilik" gibi sınıflandırmalara
başvuruluyor. Gelgelelim, bütün bu ayrımların ortadan kaldıramadığı ortak
içerik, tekçi Türklük politikasıdır. Son derece içselleştirilmiştir bu içerik;
ırkçı bir duygu ve düşünce olduğu bilgisinin bilinç düzeyinde yerini almasını
zorlaştıracak ölçüde içselleştirilmiştir. "Ulusal bilinç yoksunluğu"
gibi yakınmalarda hep yeniden üretilen bir bulanıklıktır.
Toplumcular toplumu unuttu. Mutlakçı ve
tekçi kavramların, ikili karşıtlıkların sultasındayız. AB mi? Ya
emperyalisttir, ya dünyanın en gelişmiş demokrasisi. Belirli bir tarihsel
uğrakta bu ikisinin birden geçerli olabileceği, AB'nin bir mücadele alanı
olduğu fikri pek az yankı buluyor.
Türk kavmini diğer kavimler arasında,
onlarla eşit ve kardeş bir kavim gibi düşünmek fikri fazlasıyla susturulmuş bir
fikir. "Yaşasın halkların kardeşliği!", "Susma, haykır, halklar
kardeştir!" gibi sloganlarda beliriyor yalnızca.
Bu haftaki Dil Meseleleri bir devam yazısı
olacaktı ama, Dink cinayeti, bazı kavramlar üstüne epeydir söylemek
istediklerimi şimdi söylememi kaçınılmaz kıldı.
Geçen haftaki yazının bir yerinde, bizim
toplumumuzda her şeyi bire bir anlama huyunun yaygınlığından, ironinin
tehlikelerinden dem vurmuştum. O gün, kullandığı bir mecazdan hüküm giydirilmiş
olan Hrant Dink öldürüldü.
Dünyada şu boz bulanık
"milliyetçilik" kavramını olumlayıcı tonda kullanmaktan vazgeçmeye
başlayan toplumlara rastlanıyor. Buralarda ise, ayıklayın milliyetçiliğin
taşını. Ayıklayabilirseniz.
&
17.2.2007 Cumartesi günü İstanbul'da bir Mehmed Uzun Konferansı yapıldı. Bütünüyle Uzun'un yaşamına ve yapıtlarına odaklanan bir konferanstı. Şu aralar ağır bir hastalıkla uğraşmakta olan Mehmed Uzun, dünya edebiyatı açısından taşıdığı önemden öte, yaşamı ve tavrı ile Kürt sorunu açısından bir turnusol kâğıdı gibi. Özellikle Uzun'un konferans bitiminde yaptığı konuşmayı dinlerken, bu konu zihnimde biraz daha netleşti: Kürt sorunu en temelde gerçekten de bir terör sorunu. Ne var ki, genellikle kastedildiği gibi PKK'ninkinden ibaret değil bu terör, çok daha öncesi var: Zora dayalı asimilasyon politikasıyla başlamış olanı.
Kürtçe konuşmak, bugün hâlâ soruşturma ve ceza konusu olabiliyor. Tam da bu yazıyı biçimlendirmeye çalışırken Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Başkanı Sertaç Bucak'tan aldığım bir mektupta, Ankara 3. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 14.2.2007 tarihinde Hak ve Özgürlükler Partisi'ne verilen Kürtçe cezasından söz ediliyor. Bucak'ın bildirdiğine göre, partisinin 4.1.2004 tarihinde Ankara'da yapılan kongresinde Kürtçe konuşulduğu ve devlet protokolüne Kürtçe davetiye gönderildiği için 13 eski yöneticisine ve Kongre Divanı üyelerine 1 yıl ile 6 ay arasında değişen hapis cezaları verilmiştir. Üstelik, iddianamede, yapılan konuşmaların "kin duygusu yayan, şiddeti öven ya da isyana teşvik teşkil edecek ibarelerin bulunmadığı tespit edilmiştir" denmesine karşın!
Benzer soruşturmaların Diyarbakır belediye başkanları ve daha başkaları için de açılmış olduğu herhalde hatırlardadır.
Bu uygulamalar, zora dayalı asimilasyon
politikasının esas olarak sürdürülmek istendiğini gösteriyor. Mehmed Uzun'un ve
Türkiye egemen çevrelerinde adı pek az edilen diğer modern Kürt yazarlarının
deneyimleri de bunu gösteriyor: Dilin en yüksek taşıyıcısı olan edebiyat da
"terörle mücadele" adını taşıyan terör rejimiyle karşı karşıya.
Bu son cümleden kastım ve aslında bu yazıdan muradım şu: Mehmed Uzun gibi Kürt dilinin ve kültürünün bir yaşatıcısı ve yaratıcısıysanız, şiddet ve terör yöntemlerine her zaman karşı çıkmış ve dolaysız politikadan her zaman uzak kalmayı seçmiş olmak sizi baskı ve teröre maruz kalmaktan kurtarmıyor.
Bunun galiba en somut kanıtı, yazı dili olarak Kürtçeyi seçmek isteyen aydınların cumhuriyet tarihi boyunca bu ülkede barındırılmamış olmalarıdır. Son dönemlerde bu durum biraz değişiyor gibiyken, 13-14 Ocak 2007'de Ankara'da yapılan "Türkiye Barışını Arıyor" konferansı sırasında aynı politikanın bir örneğini daha gördük: Ankara Emniyeti, konferans konuşmacılarından ikisinin konuşmalarını kaydedeceğini bildirmişti, biri Mehmed Uzun olmak üzere. Sonradan, düzenleme komitesinin itirazlarına rağmen yalnızca iki konuşmacı değil, bütün toplantı kaydedilmiş, o başka. Oysa yeni mevzuat, yanılmıyorsam, Emniyet'e böyle bir yetki vermiyor. Kamuya açık, bütün televizyonların çekim yaptığı bir toplantıyı ayrıca kaydetmekteki ısrar doğallıkla hem komik, hem de her zamanki gibi, gözdağı olarak algılanıyor.
Mehmed Uzun'un zaten doktorlarından Diyarbakır'dan kalkıp Ankara'ya gelme izni alıp alamayacağı kuşkuluydu, nitekim alamadı, konuşmasını yazılı olarak gönderdi.
Burada asıl dikkat çekmek istediğim nokta, Mehmed Uzun'un, üstelik de ağır hasta olduğu bir dönemde, resmî tepkiye herkesten çok maruz kalmasıdır. Öncesini de unutmayalım: Hastalığından önce, ortalıkta Uzun dahil 250 Kürt aydınından oluşan bir kara liste ile bu aydınların PKK'nin hedefinde olduğu söylentisi dolaşmıştı. Uzun, yıllardır kaldığı sürgünden dönüp İstanbul'a yerleşmeyi planlarken gazetelerde manşet olan bu haberler üzerine İsveç'e geri dönmek zorunda kaldı. Hemen ardından, Gündem gazetesi, söylentilerin PKK tarafından yalanlandığını yazdı. Uzun bundan bir süre sonra hastalandı ve İsveç doktorları kendisine çok az ömrün kaldı deyince, hastalıkla Diyarbakır'da uğraşmak (ve bence, tehditler karşısında bağrı açık durmak) üzere geldi ve Diyarbakır halkının sevgilisi oldu. O arada onu hedef ilan etmek biçimindeki terör edimi de faili meçhullere karışmış durumda.
Yineliyorum: Söz konusu olan, bir edebiyatçıdır. Büyük bir romancı ve Kürt edebiyatının en önemli tarihçilerinden. Her türlü şiddete karşı olduğunu defalarca yazdı ve söyledi, yıllardır doğrudan siyasal eylemden uzak duruyor.
Bu son cümleden kastım ve aslında bu yazıdan muradım şu: Mehmed Uzun gibi Kürt dilinin ve kültürünün bir yaşatıcısı ve yaratıcısıysanız, şiddet ve terör yöntemlerine her zaman karşı çıkmış ve dolaysız politikadan her zaman uzak kalmayı seçmiş olmak sizi baskı ve teröre maruz kalmaktan kurtarmıyor.
Bunun galiba en somut kanıtı, yazı dili olarak Kürtçeyi seçmek isteyen aydınların cumhuriyet tarihi boyunca bu ülkede barındırılmamış olmalarıdır. Son dönemlerde bu durum biraz değişiyor gibiyken, 13-14 Ocak 2007'de Ankara'da yapılan "Türkiye Barışını Arıyor" konferansı sırasında aynı politikanın bir örneğini daha gördük: Ankara Emniyeti, konferans konuşmacılarından ikisinin konuşmalarını kaydedeceğini bildirmişti, biri Mehmed Uzun olmak üzere. Sonradan, düzenleme komitesinin itirazlarına rağmen yalnızca iki konuşmacı değil, bütün toplantı kaydedilmiş, o başka. Oysa yeni mevzuat, yanılmıyorsam, Emniyet'e böyle bir yetki vermiyor. Kamuya açık, bütün televizyonların çekim yaptığı bir toplantıyı ayrıca kaydetmekteki ısrar doğallıkla hem komik, hem de her zamanki gibi, gözdağı olarak algılanıyor.
Mehmed Uzun'un zaten doktorlarından Diyarbakır'dan kalkıp Ankara'ya gelme izni alıp alamayacağı kuşkuluydu, nitekim alamadı, konuşmasını yazılı olarak gönderdi.
Burada asıl dikkat çekmek istediğim nokta, Mehmed Uzun'un, üstelik de ağır hasta olduğu bir dönemde, resmî tepkiye herkesten çok maruz kalmasıdır. Öncesini de unutmayalım: Hastalığından önce, ortalıkta Uzun dahil 250 Kürt aydınından oluşan bir kara liste ile bu aydınların PKK'nin hedefinde olduğu söylentisi dolaşmıştı. Uzun, yıllardır kaldığı sürgünden dönüp İstanbul'a yerleşmeyi planlarken gazetelerde manşet olan bu haberler üzerine İsveç'e geri dönmek zorunda kaldı. Hemen ardından, Gündem gazetesi, söylentilerin PKK tarafından yalanlandığını yazdı. Uzun bundan bir süre sonra hastalandı ve İsveç doktorları kendisine çok az ömrün kaldı deyince, hastalıkla Diyarbakır'da uğraşmak (ve bence, tehditler karşısında bağrı açık durmak) üzere geldi ve Diyarbakır halkının sevgilisi oldu. O arada onu hedef ilan etmek biçimindeki terör edimi de faili meçhullere karışmış durumda.
Yineliyorum: Söz konusu olan, bir edebiyatçıdır. Büyük bir romancı ve Kürt edebiyatının en önemli tarihçilerinden. Her türlü şiddete karşı olduğunu defalarca yazdı ve söyledi, yıllardır doğrudan siyasal eylemden uzak duruyor.
Kürt sorunundaki resmî söylemin elinde iki
damgası var: "terörist" ve "bölücü". Devletin kırmızı
çizgileri, laik, demokratik, sosyal ve üniter olmak biçiminde sıralanıyor.
Toplumumuzun vazgeçilmez referansı Genelkurmay Başkanı da en son ABD'de yine
böyle dedi.
Peki ya Kürt kültürü? Kürt dili ve
edebiyatı? Resmî ya da gayriresmî, yerleşik söylemin hiçbir köşesinde böyle bir
konu, böyle bir kaygı yer almıyor. Kürt kültürü, terörizm ve bölücülük
suçlamaları dışında herhangi bir ilgiye mazhar olmuyor. Bütün bir kültürel varlığın
karşılığı şu göstermelik TV programları olabilir mi?
Asimilasyon politikasının başlıca gerekçesi hâlâ "Ne mutlu Türküm diyene" formülü. "Türküm" demek, Kürt olma özgürlüğünü sağladı mı peki cumhuriyet boyunca? Yurttaşların Kürt olma ihtiyacını karşılayıp Kürt kültürünü koruyabildi mi?
Asimilasyon politikasının başlıca gerekçesi hâlâ "Ne mutlu Türküm diyene" formülü. "Türküm" demek, Kürt olma özgürlüğünü sağladı mı peki cumhuriyet boyunca? Yurttaşların Kürt olma ihtiyacını karşılayıp Kürt kültürünü koruyabildi mi?
Ne koruyabildi, ne de yok edebildi. Hep
dendiği üzere, bastırılmış olan geri dönüyor. İnsanların böyle özgürlüklere
ihtiyacı var. Yunanistan ve Bulgaristan Türklerinin Türk olmaya ne kadar
ihtiyacı varsa, Türkiye Kürtlerinin de Kürt olmaya o kadar ihtiyacı var. Merak
ediyorum, Yunanistan ve Bulgaristan Türkleri bu iki ülkeyi bölmek istedikleri
için mi Türktürler? Dillerini ve kültürlerini koruyup geliştirme hakları onun
için mi savunulmalı?
Türkiye Kürtlerinin bazılarında bölünme
eğilimlerinin olması, dillerini ve kültürlerini koruyup geliştirme haklarını
ortadan kaldırmaz. Tersine, dillerinin ve kültürlerinin hep yok sayılmış olması
bölünme eğilimlerine zemin hazırlar. Kişisel olarak, emperyalizmin Türkiye'yi bölmek
isteyebileceğinden hiç kuşku duymuyorum. Emperyalizm bölücüdür. Ama ona bu
olanağı sağlayanın zora dayalı asimilasyon politikası olduğundan da kuşkum yok.
Zora dayalı asimilasyonun kendisi emperyaldir.
Her durumda, Kürtler, dillerine,
kültürlerine ve Mehmed Uzunlarına dört elle sarılmış durumdalar. Biz ölümlüler
bunu ancak saygı ve sevgiyle karşılayabiliriz. Devletin sözünü ettiği irtica ve
bölücülük tehlikesine gelince, bizim açımızdan bakıldığında bunlara en az bir
tehlike daha eklemek gerekiyor: Savaş ve militarizm tehlikesi. Militaristler,
tıpkı her hastalığı ameliyatla iyileştirmeyi arzu eden cerrahlar gibiler.
Söylemleri ise toplumsal yarara değil, "ulusal çıkar"a dayanıyor.
Bu "çıkar" kavramı, bireyler için kullandığımız "çıkarcı" sıfatının çok iyi gösterdiği tehlikeleri içeriyor. Bush ve ona payanda olan korkunç büyüklükteki çıkarların sahipleri "ulusal çıkar"cıdırlar: "Ne pahasına olursa olsun ulusal çıkar"cılar. Bu pahayı her gün ibretle izliyoruz. Biz dünya halkları Bush'un dilindeki "interest" sözcüğünü kendi dilimize "ilgi ve yarar" diye çevirmeliyiz. Bizim gözettiğimiz nokta her zaman ulusal ve evrensel yararlar olmalı. Ulusal, "ülke düzeyinde" anlamına gelmek üzere.
PKK epeydir üniter devleti benimsediğini ilan edip duruyor. İzleyebildiğim kadarıyla devletin kırmızı çizgilerine aykırı bir talep ileri sürmüyor. PKK şu an, tarihinde terör ve ayrılıkçılık olan, bugün ise eğer talepleri gerçekleşmezse yine terör ve ayrılıkçılık politikalarına dönme tehdidinde bulunan bir örgüt konumunda. Devlet ise, üniter yapıda anayasal tanınma diye özetleyebileceğimiz şu anki taleplerden, "aşama aşama bölünme planının bir parçası" kuşkusuyla uzak duruyor; bugün bunu tanırsak yarın federasyon, öbür gün de bağımsızlık isterler ve her seferinde aynı tehdide başvururlar tezini savunuyor. Ama bu, bir niyet okuma olarak yorumlanmaya elverişli, görünürdeki kısır döngüyü pekiştiren bir tez.
İçerisinde bütün kültürlerle birlikte Kürt kültürünün özgürce var olup gelişebileceği bir demokrasiye ulaşmak. 324 imzalı bildirgenin ve Ankara'da yapılan "Türkiye Barışını Arıyor" konferansının iradesi bu yönde. Kürt olsun olmasın aklı başında her yurttaşın istemi de herhalde bu yöndedir. Silah tutan elleri çok başka planlar yönetmiyorsa, gerçekleştirilebilir bir hedeftir bu. Tarık Ziya Ekinci'nin dediği gibi, "tek bir damla kan daha dökülmesin istiyoruz".
Bazen, hatta sık sık, bütün bunlar için çok mu geç kaldık sorusu zihnimde güç kazanıyor. Tanıdığım Kürtler bu soruya hayır yanıtını veriyorlar: Hayır, hiç de geç değil. Güç, ama hâlâ geç değil.
Bu "çıkar" kavramı, bireyler için kullandığımız "çıkarcı" sıfatının çok iyi gösterdiği tehlikeleri içeriyor. Bush ve ona payanda olan korkunç büyüklükteki çıkarların sahipleri "ulusal çıkar"cıdırlar: "Ne pahasına olursa olsun ulusal çıkar"cılar. Bu pahayı her gün ibretle izliyoruz. Biz dünya halkları Bush'un dilindeki "interest" sözcüğünü kendi dilimize "ilgi ve yarar" diye çevirmeliyiz. Bizim gözettiğimiz nokta her zaman ulusal ve evrensel yararlar olmalı. Ulusal, "ülke düzeyinde" anlamına gelmek üzere.
PKK epeydir üniter devleti benimsediğini ilan edip duruyor. İzleyebildiğim kadarıyla devletin kırmızı çizgilerine aykırı bir talep ileri sürmüyor. PKK şu an, tarihinde terör ve ayrılıkçılık olan, bugün ise eğer talepleri gerçekleşmezse yine terör ve ayrılıkçılık politikalarına dönme tehdidinde bulunan bir örgüt konumunda. Devlet ise, üniter yapıda anayasal tanınma diye özetleyebileceğimiz şu anki taleplerden, "aşama aşama bölünme planının bir parçası" kuşkusuyla uzak duruyor; bugün bunu tanırsak yarın federasyon, öbür gün de bağımsızlık isterler ve her seferinde aynı tehdide başvururlar tezini savunuyor. Ama bu, bir niyet okuma olarak yorumlanmaya elverişli, görünürdeki kısır döngüyü pekiştiren bir tez.
İçerisinde bütün kültürlerle birlikte Kürt kültürünün özgürce var olup gelişebileceği bir demokrasiye ulaşmak. 324 imzalı bildirgenin ve Ankara'da yapılan "Türkiye Barışını Arıyor" konferansının iradesi bu yönde. Kürt olsun olmasın aklı başında her yurttaşın istemi de herhalde bu yöndedir. Silah tutan elleri çok başka planlar yönetmiyorsa, gerçekleştirilebilir bir hedeftir bu. Tarık Ziya Ekinci'nin dediği gibi, "tek bir damla kan daha dökülmesin istiyoruz".
Bazen, hatta sık sık, bütün bunlar için çok mu geç kaldık sorusu zihnimde güç kazanıyor. Tanıdığım Kürtler bu soruya hayır yanıtını veriyorlar: Hayır, hiç de geç değil. Güç, ama hâlâ geç değil.
&
Bazı
tutmazlıklar ve tutarlıklar[9]
Gündem gazetesi bu
sefer art arda, "olası benzerleri"ni de kapsayan bir biçimde
yasaklandı. Welat gazetesi de yasaklandı. Kürtçe bilmediğim için Welat
gazetesini izleyebilmiş değilim, ancak genel bir çizgi olarak Gündem için
söyleyeceklerimin, Welat için de söylenebileceğini sanıyorum.
Bu konuyla ilgili
olarak dikkat çeken, birbiriyle ilintili iki ana nokta var: 1) Yasaklamalar
karşısında basın camiasının tepkisizliği; 2) Kapatmaların hangi topludurumda
(konjonktürde) yer aldığı.
Kapatma ve
toplatmaların ertesinde Gündem yöneticileri Cağaloğlu'ndaki Gazeteciler
Cemiyeti Lokali'nde bir basın toplantısı düzenlemişlerdi. Durumdan habersiz
biri salondan başını uzatsa, yanlışlıkla basına kapalı bir toplantıya geldiğini
sanabilirdi; katılımcı TV ve gazete sayısı açısından o derece tenhaydı o
"basın" toplantısı. Bir gazete yasaklanıyor ama, ülkede yayımlanmakta
olan diğer gazeteler ile gazeteciler kıyameti koparmıyor. Neden?
Olası yanıtlardan
biri, "andıçlanma" korkusudur elbette. Yıllar önceki ilk andıçtan bu
yana bu tür durumlarda akla gelen ilk neden bu oluyor.
Belki bu birincil
nedenin etkisiyledir, bir başka neden de, ülkemiz demokratlarının düşünce
özgürlüğüyle ilgili ufkunun darlığı, özgürlüğü içeriğe bağlı olarak savunması
olabilir: Herkesin yalnızca kendine Müslüman olması, içeriğinden rahatsız
olunan yayınların özgürlüğüyle ilgilenilmemesi.
Benim bildiğim,
yayın yasakları, günümüz "dünya" standartlarına göre doğrudan doğruya
düşünce özgürlüğünün sınırlanması anlamına gelmektedir. Hakaret, ırkçılık ya da
savaş kışkırtıcılığı içeren yazılar yayımlandığında bile, bunun yaptırımı,
gazetenin toptan yasaklanması değildir.
Son yasaklarla
ilgili olarak dikkat çeken ikinci ana nokta ise, Gündem ve Welat gibi Kürt
sorununda yeri olan yayın organlarının, tam da kamuoyunun geniş kesimlerinden
gelen demokrasi ve barış çağrılarını duyurdukları bir dönemde kapatılmış
olmasıdır.
İlk bakışta burada
tuhaf bir tutmazlık var gibi görünüyor. Hem "terörle mücadele"yi öne
çıkarıyorsunuz, hem de barış ve demokrasi çağrılarını duymak ya da görmek
istemiyorsunuz.
Ne var ki, gazete
yasaklarıyla eşzamanlı olgular, "gidişat"ın barış, yani diyalog ve
çözüm yönünde olmasını değil, baskı ve imha yönünde olmasını isteyenlerin ağır
bastığını gösteriyor. Eşzamanlı dediğim başlıca olgular şunlar:
- Demokrasi ve barış konusunda her zamankinden çok daha
geniş kesimlerin katıldığı çağrılara rağmen, devletin, dolayısıyla egemen
medyanın Kürt sorunundaki söyleminde temel bir değişiklik gözlenmemesi; yarını
düşünmeyen, düşmanca bir dilin sürüp gitmesi.
- Kürtlüğün bütün bir kültürel varlık olarak değil, yalnızca
bir köken ve folklor öğesi düzeyinde algılanmak istenmesi.
- Kürt varlığının kamuda yankı bulmasının hâlâ mutlak bir
biçimde reddedilmesi, kültürel, saygı, sevgi, ilgi ve eşitliğin söz konusu bile
edilmemesi.
- Faili meçhul cinayet ve tehditlerin faillerini meçhul
bırakma politikasına devam edilmesi. 301. madde aracılığıyla açılan düşmanlaştırma
yolunda devam edilmesi. Hrant Dink'in ardından, son örnekleri Orhan Pamuk ve
Ferhat Tunç olmak üzere çeşitli aydınlara yönelik tehditlerin üstüne
gidilmemesi.
- "Sayın" gibi standart bir adlandırma bahane
edilerek çok sayıda DTP'linin, haklarında soruşturma açılmasından da öte,
gözaltına alınması.
Liste uzatılabilir
ama esası şudur: Diyalog ve karşılıklı ikna yöntemleri yerine, baskı ve dayatma
yöntemleri seçilmektedir.
Ne zaman bir ülkede
bu anlayış egemen oluyorsa, o ülkede karar verici mekanizmaların çapı,
sorunları çözmeye yetmiyor demektir; sorunlar karar vericilerin çapını
fazlasıyla aşmaktadır.
Bu ise, ne yazık
ki, önümüzdeki zamanlarda bizi daha beter baskı ve dayatmaların beklediği
anlamına geliyor. Dolayısıyla, hiç değilse Voltaire ölçüsünde demokrat olunup
"fikirlerine katılmıyorum ama, onları savunabilmen için gerekeni yapmaya
hazırım" demenin her zamankinden daha çok zamanıdır. Evrensel gazetesi
başta olmak üzere demokratik basının çabası umut vericidir. Gündem ve Welat özgür
olmalıdır.
&
Siyasal
söylem sorunları[10]
...................
*
Son zamanların siyasal söylem sorunlarından biri de,
"Akan kanın durması için" diye başlayan ve daha çok DTP
yöneticilerinden gelen açıklamalarda yatıyor. "Akan kanın durması
için" sözünde bir sorun var: Kan, akıyor mu yoksa akıtılıyor mu? Gerçeğin
tam olarak söylenmediği yerde barışın inşa edilemeyeceği doğruysa, bu sözün
üzerinde durmak gerekiyor.
Neden böyle
söyleniyor acaba bu söz? Gerçeklik dile getirilecek olsa, "Akıtılan kanın
durdurulması için" demek gerekmez mi? Daha da doğrusu, "Kan
akıtılmaması için"? DTP yöneticileri neden bunun yerine edilgen bir kip
kullanıyor olabilirler?
Gerçeklik acı
verdiği için ondan kaçınıyorlardır belki. Bu, akla gelebilecek birinci neden.
İkinci bir neden,
"Akıtılan kanın durdurulması için" dense, doğrudan doğruya savaş ve
pazarlık mantığına girileceği sezgisi olabilir. DTP yöneticileri bu mantığın
dışında durmak istiyor olabilirler.
"Akan kanın
durması için" sözü, dar anlamdaki gerçekliğe uymuyor. Ama daha geniş
anlamdaki gerçekliğe hiç uymadığını söylemek de zor: Diyarbakır zindanlarını,
devlet terörünü ve PKK terörünü kapsayan uzun bir döneme ait gerçekliğe uyan
bir yanı var bu sözün. Ok yaydan çıkıp kan bir kez "akıtıldı" mı,
savaş kendi mantığını yürütmeye başlıyor ve kan, esaslı bilinçli müdahaleler
olmadıkça, "akıyor" artık. Şiddet sarmalı denen durum.
Bir kısırdöngü ve
bir güven bunalımı oluşmuş durumda. "Ayrılık peşinde olmadıklarından emin
olsam, 'Onları ezmek isteyen önce benim cesedimi çiğnemelidir' diyerek önlerine
siper olurdum." Kürt sorununda bu fikirde olan epey kişi var. Bunu
söylediğim Kürt arkadaşlar, zaten bu duyguda olduklarına yemin billah
ediyorlar. "Ölsem de ayrılmam senden" duygusu mu diye soruyorum, canı
gönülden böyle olduğunu söylüyorlar. Bu dediklerimin kaynağı, "Sivil
Diyalog Platformu", "Türkiye Barışını Arıyor Konferansı" gibi
barış çalışmaları çerçevesinde yapılan irili ufaklı toplantılardır. Ama aynı
kişiler aynı zamanda Kürt kalmak ve bunu gönüllerince yaşamak konusunda
kararlılar. Hakları değil mi?
Dediğim gibi, bir
kısırdöngü ve güven bunalımı oluşmuş durumda. Bundan çıkılması ve akan kanın
durdurulması için, bilinçli ve kararlı müdahaleler gerekiyor.
Kitap notu: "Türkiye Barışını Arıyor", Aram Yay.,
Temmuz 2007. (13-14.1.2007'de Ankara'da yapılan konferanstaki konuşmaların tam
metni. Yay. haz. Vecdi Erbay)
&
Anadili,
annenin dili[11]
Annesiz ya da
babasız büyüyen çocuklar bizi bağışlasın; konu ne zaman dilden açılsa,
"anadili", "anne" deyip duruyoruz. Ne yapalım ki böyle bir
gerçek var ve "anadili" kavramının adını koyan, dilbilimcilerdir.
Dünyaya gözümüzü açtığımız andan itibaren bize en yakın olan insan ya
annemizdir ya da onun yerini tutmaya çalışan birileri. Onlardan edindiğimiz
dile bütün dünyada "anadili" deniliyor. İngilizcesi "mother
tongue". Kürtçesi, Zana Farqînî'nin sözlüğünden öğrendiğime göre,
"zimane maderî".
Anadilleri, doğal
diller. Genellikle "dil" derken kastedilen, "anadili"dir.
Siyaset alanında ise diller, "resmî dil, bölgesel dil, yerel dil"
olarak sınıflandırılıyor. Dünyada altı bin küsur anadili var ve gerçekte hiçbir
ülke tekdilli değil. Gelgelelim, günümüz dünyası son iki yüz küsur yıldır
tekdilcilik yönünde evriliyor. Güç ilişkileri açısından bakıldığında diller, "egemen
dil/ ikincil dil" ayrımına göre konumlanıyor. Dünyanın egemen dili
İngilizce. Ayrıca her ülke düzeyinde de genellikle bir, bazen daha çok, resmî
dilin egemen olduğu görülüyor. Bunlar aynı zamanda ortak dil olarak işlev
görmekle birlikte, dil bilincinin yeterli olmadığı durumlarda, farklı
anadillerinin konuşucuları için bazı sorunlar ortaya çıkıyor.
Dilbilimciler
anadili için, "öğrenmek" fiilinden önce, "edinmek" fiilini
kullanır. Dilbilime göre, bebek büyürken anadilini öğrenmekten çok, edinir.
Henüz tam anlamıyla "öğrenmek" değildir bebeğinki, çünkü öğrenebilmek
için, öğrenmeyi bilmesi gerekir. Bu nedenle, öncelikle, öğrenmeyi öğrenmesi
gerekmektedir. Böyle bir bilinç temeli atılmamışsa ya da yeterince sağlam
değilse, dil öğrenmek de, başka konuları öğrenmek de zorlaşır.
Öğrenmek etkin
(aktif) bir süreç, edinmek ise daha edilgen. Ruhbilimcilere göre, ruhsal
yaşamımızın temellerinin atıldığı dönem aynı zamanda dil edinme dönemimiz:
Dünyaya gelişle başlayan dönem. Ruhumuza ilk ses kayıtları o zaman düşüyor: En
dost, en sıcak, ya da tam tersine en soğuk, en irkiltici seslerle birlikte o
seslerin taşıdığı duygular bizde yer ediyor ve tüm yaşamımızı etkiliyor.
Anadilimizi
edindiğimiz dönem aynı zamanda annemizle -ya da bizi besleyen, temizleyip
ısıtan kişi her kimse onunla- iletişim dönemi. Tepkilerimiz sese dönüşüyor.
Ağlıyoruz, zırlıyoruz, seyrek de olsa kıkır kıkır gülüyoruz, sonra hecelemeler,
sonra sözcükler... Annemizin dilinde ya da bize annelik edenlerin dilinde.
Ruhsal derinliklerimizin, rüyalarımızın, duyularımızın, duygularımızın, sonra
da düşüncelerimizin dili, anadilimiz.
Bununla birlikte,
herhangi bir biçimde karşılaştığımız diğer diller de etkiliyor bizi. Hayatı
boyunca anadilinden başka bir dille karşılaşmamış pek fazla kimse yoktur,
günümüzde belki de artık hiç kalmamıştır.
Öyle görünüyor ki
diğer dillerle karşılaşmamızda belirleyici olan, bu karşılaşmanın ne tür ruhsal
ve toplumsal koşullarda olup bittiğidir. Dilimizle ve dillerimizle ilgili tüm
sorunlar (fizyolojik olanları saymazsak), ruhsal ve toplumsal koşullarla
bağlantılı.
Sözgelimi, çocuk
kendi anadiline üstünlük taslayan, dayatılan bir dili öğrenmeye zorlanıyorsa, o
ikinci dil kötü bir üvey anaya dönüşebiliyor. Bazen de biz kendimiz, farkında
olarak ya da olmayarak, anadilimizi başka bir dil karşısında ikincil, eksik,
yetersiz hissedebiliyoruz. Böyle durumlarda her iki dille olan ilişkimiz de
sorunlu duruma gelebiliyor. Dilbilimcilerin "eksiltici ikidillilik"
dedikleri durum bu.
Kültür, teknoloji
gibi açılardan gözlerimizi kamaştıran batının dilleri karşısındaki durumumuz
genellikle böyle. Geleceği de daha parlak gibi görünüyor o dillerin. Ayrıca,
egemen dillerin daha gelişmiş yönleri olduğu da bir gerçek: Sözcük dağarcığı,
kavramlar, terimler, dilbilgisi daha gelişmiş durumda. Sözün kısası,
anadillerimiz güçlü rakiplerle karşı karşıya. Bu duruma bir de devletlerin zora
dayalı asimilasyon uygulamaları eklenebiliyor.
Gerçekte hiçbir
anadili, taşıdığı olanaklar bakımından diğerinden daha üstün değil. Her dilin
iç mantığı ve yapısı farklı, özellikleri farklı. Tıpkı insan bireyleri gibi.
Bazı diller diğerlerinden daha çok gelişip güçleniyorsa, bunun nedenini dilin
yapısal gücünde değil, tarihsel ve toplumsal yönlerde aramak gerekir.
Toplumsal deyince,
"öğrenmek" fiilinden çıkıp "öğretmek" fiiline geçmiş
oluyoruz. Yukarıda dili önce edinip sonra öğrendiğimizi söylüyordum.
Edindiğimiz dili öğrenmekten kasıt, dilin yazısını, kurallarını ve yapısını
(dilbilgisini) öğrenmek, sözcük dağarcığını gündelik yaşamın ötesine geçecek
ölçülerde geliştirmektir. Bunlar çocukların kendi başlarına altından
kalkabilecekleri işler olmadığından, burada öğretme faslı devreye girmek
zorunda.
Dil öğretimi
çocuğun diğer eğilimleri gibi anadilini de hesaba katmadan, bir dayatma
biçiminde yürütülüyorsa, çocuğun ruhsal yapısı bu dayatma karşısında önlem
almak zorunda kalıyor. Bu önlemler, ruhsal yapıda bir ketlenme, öğrenmeye
direnç, ya da duyulan tepkiyi bastırma gibi biçimler alabiliyor. Elbette, daha
sonraki süreçleri etkileyecek oluşumlar bunlar.
Bunun tersine,
çocuğun edinimlerini ve toplumsal konumunu dikkate alan, uyumlu, dostça bir
ortam yaratıldığında, çocuğun hem anadiliyle hem de karşılaştığı diğer dillerle
olan ilişkisi daha sorunsuz oluyor ve genel öğrenme sürecinde de dilden
kaynaklanan aksamalar azalıyor. Bunda, ailenin ya da yakın çevrenin durumu da
rol oynuyor: yönelimi, dille ve yaşadığı ortamla ilişkisi, önyargı sahibi olup
olmaması, kültürel farklılıkların çatışma olarak algılanıp algılanmadığı vb.
Bizim cumhuriyet
tarihimizde resmen benimsenmiş olan asimilasyon ve inkâr politikasının anadili
alanında sorunlara yol açtığı artık genel kabul gören bir gerçeklik. Şimdi hem
İngilizce karşısındaki sorunlarımızı, hem de asimilasyonun yarattığı sorunları
çözmek gibi esaslı görevlerle karşı karşıyayız.
Burada geçenlerde
yitirdiğimiz Mehmed Uzun'u ve onun gibi çokdilli yazarları anmadan
geçemeyeceğim. Zorunlu çokdilliliğe verilebilecek en yakın örnekler onlar.
Mehmed Uzun, Türkçeyle ilk kez ana kucağında değil, ilkokulda karşılaşanlardan.
İlk yazı dili Türkçe olmuş Uzun'un. Sonradan, sürgün yıllarında İsveççe,
Fransızca, İngilizce de öğrenip konuşmakla birlikte, yaratıcı yazı dili olarak
Kürtçeyi seçmiş. Romanlarını ve incelemelerini Kürtçe, anılarını Türkçe
yazıyor. Ondaki dil bilinci son derece gelişkin; birkaç dili birden sevmesine
ve zihninde birkaç dile yer ayırmasına elverecek kadar yüksek bir bilinç
sahibi. Dilbilimciler bu durumdaki ikidillilik olgularına "artırıcı
ikidillilik" diyor. Ya da, "artırıcı çokdillilik".
Bizim toplumumuzun
da tüm toplumlar gibi ve ayrıca dünya toplumu gibi, ortak dil ihtiyacının
yanında, anadillerine gerekli yeri vermeye ihtiyacı var. Bunu nasıl
başaracağız? Bu sorunun yanıtı ve çözümü hepimizi ilgilendiriyor.
Çocuklarımızın sorunları yalnızca annelerin işi değil. Annelik etmek,
babaların, öğretmenlerin ve her meslekten yetişkinlerin de işi. Kaldı ki
anadili sorunları, eğitimden de öte, tüm kültürel ve toplumsal alanlara
uzanıyor.
İçinde bulunduğumuz
siyasal ortam anadili sorunlarımızla gerektiği gibi ilgilenmemizi
güçleştiriyor. Bölünme ve bölücü sanılma korkusu, tekdilciliğin elini
güçlendiriyor. Bizim için, ayrımsız tüm çocukların, tüm insanların ve tüm
kültürlerin ve gerçeklerin bir değeri varsa, ikidilli ve çokdilli olmak
zorundayız, tıpkı UNESCO'nun önerdiği gibi. Bunun en sevecen biçimlerini arayıp
bulmak zorundayız.
KAYNAKÇA
Aksan, Doğan, Her
Yönüyle Dil, TDK Yay., 1998.
Alpay, Necmiye, Dilimiz
Dillerimiz, Metis Yay., 2004, s. 198-238.
Crystal, David, Dillerin
Katli, Profil Yay., Ekim 2007.
Günel Tekin, Gülçiçek, Dilimiz
Kimliğimizdir, Aram Yay., Mart 2002.
İmer, Kâmile, Dil
ve Toplum, Gündoğan Yay., 1990.
Kilimci, Ayşe, Anadilinde
Çocuk Olmak, Papirüs Yay., 1998.
Nettle, Daniel ve Romaine, Suzanne, Kaybolan Sesler, 2002.
Sadoğlu, Hüseyin, Türkiye'de
Ulusçuluk ve Dil Politikaları, İstanbul Bilgi Üni. Yay., 2003.
Şavkay, Tuğrul, Dil
Devrimi, Gelenek Yay., 2002.
Uzpeder, Ebru (yay. haz.), Dil Hakları, Helsinki Yurttaşlar Derneği Yay., 2003.
&
Bitlis'te
Barış Meclisi[12]
Bitlis'te Barış Meclisi girişimi
çerçevesinde anayasa taslağının konuşulacağı bir panele çağrıldığımda, panelin
tarihi konusunda ikircime düşüyorum: 19 Ocak, Hrant Dink'in anılacağı gün. Anma
sanki yalnızca İstanbul'da olabilirmiş gibi, Bitlis'ten arayan girişimciye
acaba ertelenemez mi diyorum telefonda. Olmaz diyor, zaten izin almak bir
mesele, iznimizi aldık, hem de kentin resmî Kültür Merkezi binasında; duyuru
çalışmaları da yapıldı (bir yolunu bulup belediye hoparlörünü bile
kullanmışlar). Barış Meclisi sözcülerinden, insan hakları savunucusu Yüksel
Mutlu ile, Diyarbakır girişiminden Yrd. Doç. Dr. Ahmet İnal da gelecek. Çare
yok, panel o gün.
Çok duyduğumuz bir saptama, "Türkiye
dinamik bir ülke" saptaması, Bitlis için fazlasıyla geçerli. Batmanlılar
beni bağışlasın, geçen kış Batman'da yapılan paneli dinlemeye gelen bir koca
salon dolusu erkeğin arasında çok az kadın bulunması, konuşmacılar olarak Suzan
Samancı ile benim içimize oturmuştu. Katılım yelpazesi diğer açılardan genişti,
ama kadınlar yoktu. Hemen söyleyeyim, Yüksel Mutlu ile benim Bitlis'te de aynı
manzara mı olacak endişemiz haksız çıktı; salonun yarısı değilse de, en az üçte
biri kadınlardan oluşuyordu. Hem de figüran nitelikli değil, soru soran,
dinamik kadınlardan.
Bitlis'te kadınlar hareketli, evet. Tıpkı
tütün işçileri, sağlıkçılar, öğretmenler ve diğer meslek mensupları gibi. Tütün
işçileri sigara fabrikasının özelleştirilmesine karşı direnişte, sivil toplum
örgütleri anayasa sorunlarına kafa yoruyor, kadınlar Güldünya Kadın Derneği'nin
kuruluş işlemlerini tamamlamış, derneklerine yer arıyorlar. Aralarında
türbanlılar var, kendilerine kuaför ve çamaşır dükkânı gibi bağımsız işler
kurmanın, işçi olarak çalışmayı kocasına kabul ettirmiş olmanın heyecanını
yaşayanlar var.
Barış Meclisi girişimi de tüm bu kesimlerden
insanların katılımı ve emeğiyle oluşmuş. Bitlis tarihinde ilk kez bir panel
düzenlemekten dolayı yüksek bir heyecan duyuyorlar. Bir başarısızlık endişesi
seziliyor panel öncesinde: Salon dolmazsa, bir şeyler aksarsa, vb. Oysa iki yüz
elli kişilik salon doluyor, ayakta duracak yer kalmıyor.
Hrant Dink, Orhan Doğan ve Mehmed Uzun:
Barış Meclisi'nin yitirdiğimiz bu üç kurucusu, tam Hrant'ın öldürüldüğü saatte
uzun alkışlarla anılıyor. Her üçü de, panel için girişimcilerin hazırlayıp
başlangıçta sundukları kısa barış CD'sinde de anılıyorlar ayrıca. Bugüne değin
gördüğüm en iyi barış filmi bu: Hiç edebiyat yapmayan, kısacık bir CD. İkinci
Dünya Savaşı'ndan, Vietnam Savaşı'ndan, Filistin direnişinden, Halepçe'den,
Hrant Dink cinayetinden ve bizim "düşük yoğunluklu savaş"ımızdan
seçilmiş birer ikişer fotoğraf, anlatım gücü yüksek bir müzik...
Barış Meclisi girişimlerinin sayısı artıyor.
26 Ocak 2008 Cumartesi günü de, Muş girişiminin paneli var. Nasıl inşa edilir
barış? Kalıcı bir hâle nasıl getirilir? Hangi sözün hangi tarafı iyi, hangi
tarafında bir yanlışlık var? Anayasa nasıl olmalı? Bunların en sivil biçimde,
"taban"da düşünülüp konuşulması için her yerde panellere, forumlara,
konuşmalara ihtiyaç var. Barış ihtiyacı. Cesur ve çatışmasız. Eşitlik, saygı ve
adalet için. 9-10 Şubat'ta da Ankara'da Türkiye Barış Meclisi'nin
"olağan" toplantısı yapılacak.
Barış Meclisi'nin arkasında kim var? Geçen
yılın [2007] ocak ayında Ankara'da yapılan "Türkiye Barışını Arıyor"
konferansının çağrıcıları, Barış Grubu, insan hakları savunucuları, kişiler.
Barış Grubu'nu hatırlayınız: Yıllar önce bir avuç insan, barış için
uğraşacaklarını bildirerek dağdan inip teslim olmuşlardı. Yargılandılar, hapis
cezaları aldılar, bir bölümü beşer altışar yıl yatıp çıktı, bir bölümü hâlâ
cezaevinde. Çıkanlar gerçekten de birer barış aktivisti olarak uğraşıyorlar.
Dünyanın en sade, en demokrat insanları.
Barış Meclisi'nin "Kuruluş
Bildirgesi" ve "İç İşleyiş Kuralları" ise, son yıllarda okuduğum
en iyi ortak siyasal metinler.
&
Barışa hazır mıyız?
Hakan Tahmaz’ın sorularına yanıtlar [13]
Geniş kesimlerde
22 Temmuz 2008 seçimlerinde DTP mecliste grup kurmasıyla Kürt sorununun şiddet
dışı yöntemlerle çözümü arayışının artacağı beklentisi oluşmuştu. Ancak süreç
tam tersine işlemeye başladı. Çatışma ve şiddet arttı.
Barıştan her gecen gün daha mı uzaklaşıyoruz?
Barıştan uzaklaştığımızı söylemek zor, çünkü
zaten gerçek anlamda bir yakınlaşma olmamıştı. Bir olanak doğmuştu yalnızca.
DTP hâlâ mecliste, dolayısıyla bu anlamdaki bir olanak hâlâ yerinde.
Toplum olarak barışa, çözüme ne kadar
hazırız?
Bana kalırsa Kürt sorununun çözümündeki
zorlukların başında, 1) "Kürt" sözcüğüyle ilgili yaygın tedirginlik;
2) devletle Kürt hareketi arasındaki güven bunalımı; ve 3) iç ve dış
emperyalizm geliyor.
Dış emperyalizmin ne olduğunu açıklamak
herhalde gerekmiyordur. İç emperyalizm de onunla aynı mantığa dayanıyor:
Stratejik çıkar hesapları, bu hesapların dar görüşlü, mutlaklaşmış,
saldırganlığa dönüşmek için fırsat kollayan hali. Çıkarlar, petrole, toprağa ve
güç/iktidar mevkilerine ilişkin. Kürt halkı haklarını ve özgürlüklerini
istiyor, Kürt muktedirleri dahil diğer tüm muktedirler ise petrolün, toprağın
ve iktidar mevkilerinin sahibi ya da ortağı olmak istiyor.
Bu etmeni, unutmamak kaydıyla bir yana
bırakıp devletin "Yurtta sulh cihanda sulh" istediğini varsayarsak,
ikinci zorluk öne çıkıyor: Devletle Kürt hareketi arasında oluşan güven
bunalımı.
Daha önce yazmıştım, bu konuda bir
kısırdöngü oluşmuş durumda: Devletin karar vericileri, Kürt hareketinin eninde
sonunda bu ülkeyi bölmek istediği fikriyle hareket ediyor. Medyaya da sirayet
ettirilen "bölücü teröristler" söyleminin nedeni herhalde budur.
İzleyebildiğim kadarıyla Kürt hareketinin ana akımı başlangıçta ayrılıkçıydı,
ayrı bir devlet kurmanın peşindeydi. Bugün ise ana akımın öyle olmadığına,
sorunları varolan sınırlar içinde çözme isteğinin ağır bastığına inanıyorum
ben. Federasyon söylemi bile bunu yalanlayan bir söylem değil. Arap ülkelerini
düşünürsek, birbirine bitişik topraklarda yaşamalarına ve birçok kez birlik
girişiminde bulunmalarına karşın, tek bir devlet kurmanın kolay ya da şart
olmadığını anlamış durumdalar. Her biri farklı açılardan farklı bir yapıda. Ama
Araplara tarih boyunca, sizin hiç devletiniz olmasın, hakkınız da olmasın, siz
aslında yoksunuz, Araplık diye bir şey yoktur gibi bir muamele yapılmış
olsaydı, tek devlet çatısı hayalleri herhalde çok daha büyük bir güç kazanırdı.
Türkiye Kürtlerinin ana akımı her şeye
rağmen Türkiye'yi seviyor ve bugünkü sınırlar içinde özgürce Kürt olmak
konusunda etkin bir çaba gösteriyor. Ancak, özgürlük sağlanmazsa ayrılıkçı
eğilim güç kazanabilir. Gelgelelim, devlet henüz tavrını değiştirebilmiş değil.
Devlet tavrını değiştirmedikçe Kürtler kendi bildikleri gibi Kürt olmalarına
yani özgür olmalarına devletin hiçbir zaman izin vermeyeceği kuşkusuna
kapılıyorlar. Kısır döngü dediğim bu. Öyle görünüyor ki, devlet erkini
ellerinde bulunduranlar, tarih önünde kendilerine "ülkeyi böldürdü"
denmesinden ölesiye korkuyor. Kısır döngüyü aşabilecek bilinç yüksekliğinden
ise hâlâ uzaklar. Adım atmakta her zaman çok geç kalıyorlar. Kürtlerin ve
Kürtçenin varlığını kabul etmekte çok geç kaldılar örneğin, o da yalnızca
"evet var" düzeyinde bir kabul oldu.
Operasyon sonrasında çözüme dönük adımların
atılmasının zamanının geldiği ifade edilmekte. Çözüm için atılması gereken
öncelikli adımlar sizce nelerdir?
Toplumda "Kürt" sözcüğüyle ilgili
tedirginlik sona ermiş değil. Onyıllar süren yok saymanın sonucunda, yasakların
sonucunda oluşmuş bu tedirginlik. Giderilmesine yönelik ilk adımlardan biri
üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin kurulmasına hemen, vakit
yitirmeden başlamak olabilir. Bilimin temsil ettiği gerçekliğe böyle bir
borcumuz var, bu borcun ödenmesi toplumdaki tedirginliğin giderilmesinde de
önemli bir rol oynayabilir. Türkiye Barış Meclisi'nin Kuruluş Bildirgesi'nde
belirtilen diğer adımları da destekliyorum ben.
Çatışma ortamının dili barış sürecini nasıl
etkisi altına alıyor?
Özelikle K. Irak’a yönelik operasyon
döneminde yazılı ve görsel medyanın tutumunu nasıl yorumlamak gerek?
Medyada ana akımın Kürt sorunundaki dili
devletin diline endeksli. Ne yazık ki, devletin vur dediği yerde öldürmeyi
görev biliyorlar. Demagoji satışlarını mı artırıyordur, nedir. Bu konuda son
günlerde görülen özeleştiri eğilimi tarihsel bir önem taşıyor bence.
&
Kişiselleştirme ve taraflaştırma
Evrensel gazetesinin “Kürt sorununda çözüm” konulu
soruşturmasına yanıt[14]
Bana göre Kürt sorununda devletin kendi
mantığı içinde yaptığı, dolayısıyla düzeltmesi gereken iki büyük tarihsel hata
var. Bunlardan birincisi, Kürtlerin haklı olarak "inkâr ve imha"
dediği, zora dayalı asimilasyondur. İkincisi ise son yıllara ait bir büyük
"hata": PKK karşısında, şehit ailelerini özel olarak öne sürmek ve
taraf haline getirmeye çalışmak.
Bu ikinci "hata"nın dünyada başka
örneği var mıdır, bilmiyorum. Ancak, Abdullah Öcalan'ın duruşmalarından
itibaren böyle bir politikanın güdüldüğü çok açık. Devlet bu politikanın
"çatışmayı sivilleştirmek" gibi sonuçları olabileceğini gerçekten
düşünmemiş midir? Sormaya değer.
Bildiğim kadarıyla, polisin, jandarmanın ve
askerin edimlerini kişiselleştirmemek, kişisel "taraf" haline
getirmemek, modern devletin hiç değilse görünüşte uymak zorunda olduğu
ilkelerindendir. İki nedenle:
Birincisi, çatışmalı durumların en temelinde
kişiselliğin ya da özgül bir kurumsallığın zaten bulunmamasıdır. İsyan, terör ve
kişisel suç olguları bir bütün olarak devleti karşısına alır ya da ilgilendirir,
devletin kişisel ya da kurumsal mensuplarını değil. Bu nedenledir ki, yargıç,
kendi evini soyan suçluyu yargılayamaz, örneğin.
Taraflaştırmama ilkesinin ikinci nedeni, yukarıda
da belirttiğim gibi, kişisel ya da kurumsal taraflaşma durumunda, iç savaşa yol
açabilecek düşmanlık duygularından kaçınılamamasıdır. Çok yazılıp çizildi: Bu
tür duygu birikimlerinin ne tür patlamalara yol açabileceğini kimse bilemez.
Bizim ülkemizde böyle bir devlet bilinci ya
gerçekten yok, ya da yokmuş gibi yapılıyor. En yetkili ağızlar taraflaştırma
işini "kanı yerde kalmadı/ kalmayacak" gibi sözler etmeye kadar
götürebiliyor ve bunların kan davası mantığına dayalı sözler olduğunun farkına
bile varılmıyor.
Devlet, nefret birikimini enaza indirmek,
"yarın yüz yüze bakamayız" kaygısını ciddiye almak istiyorsa, bu
özgül kişiselleştirme politikasından en kısa sürede vazgeçip, şehit aileleri ve
gazilerle bilinç yükseltme çalışmalarını başlatmalıdır. Bir iç savaşa yol
açmamayı, Kürt sorununu çözmeyi gerçekten istiyorsa elbette. Kaldı ki,
kişiselleştirmeme ve taraflaştırmama ilkesi uzun erimde de gerekli olacaktır
devlete.
Çözüm için ilk elde atılması gereken diğer
adımlar son günlerde epey tartışma konusu edildi, epey yol alındı. Bunlar,
devletin iki büyük hatasından ilkine, zora dayalı asimilasyon politikasının
sona erdirilmesine ilişkin. Demektir ki "inkâr ve imha"nın tersi
olan, yani gerçekliğin kabulüne ve gereğinin yapılmasına yönelik politikaların
yürürlüğe konulması söz konusudur. Ben bu konuda 1 Eylül 2007'de kurulan
Türkiye Barış Meclisi'nin Kuruluş Bildirgesi'nde yer alan ve pek çok politika
yazarı tarafından da desteklenen önerilere katılıyorum. Ek olarak
söyleyeceklerim şunlar olabilir:
-
Devlet zora dayalı asimilasyon politikaları ve devlet terörü konusundaki
özeleştirisinde emekli asker mensuplarının açıklamalarıyla yetinmeyip kamu
belgelerinde yer alacak kalıcı bir değerlendirmede bulunmalı.
- Kürt
gerçekliği, yasalarda, yönetmeliklerde, kararnamelerde; tarih, toplumbilim,
dilbilim, hayat bilgisi, yurttaşlık bilgisi gibi disiplinlerin eğitime yönelik
kitaplarında; kamu kurumlarının ve okulların yapılandırılmasında açıkça dile
getirilerek yer almalı ve Anayasa'da bunu engelleyecek bir hüküm bulunmamalı;
- Talep
olan her yerleşim yerinde ve talep olduğu ölçüde ikidilli ve üçdilli eğitim
olanakları sağlanmalı; üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri
açılmalı;
-
Çatışmalı dönemde işkence, terör, yaralama ve öldürme suçları işlemiş olanlar
yargılanıp cezalandırılmalı, bunun için adalet mekanizmasının tam anlamıyla
güvenilir olmasına dikkat edilmeli, gereken saydamlık sağlanmalı; ancak, salt
örgüt üyeliği nedeniyle kimse cezalandırılmamalı, bunu sağlamak için teknik
adıyla bir "siyasal af" çıkarılmalı;
- Bir
tür savaş sürecinden geçtiğimiz gerçeğinden hareketle, süreç boyunca herkesin
onurunu koruyan bir dil kullanılmasına dikkat edilmeli, Kürt sorununun esaslı
bir demokratik mücadele yönü olduğu kabul edilmelidir.
&
Duyduk duymadık demeyin:
1 Haziran 2008 Kadıköy[15]
Barış Meclisi 1 Haziran Pazar günü
Kadıköy'de miting yapıyor. Yıldırım Türker'in bu konudaki 12 Mayıs Pazartesi
tarihli Radikal yazısını okumamış olan varsa, o yazıyı da duyurmuş olayım.
Mitingin sivil toplum örgütlerinden ve siyasal partilerden oluşan destekçi
listesi epey uzun ama, pankart tek, slogan tek: "Kürt Sorununda Demokratik
Çözüm İstiyoruz!"
Bir irade beyanı mitingi bu. Her kesimden,
"Yeter artık" diyen herkes orada olacak. Ölüm değil, çözüm istiyoruz.
Bunu diyenler fiziksel olarak bir araya gelecek. Konuşmacı listesinin başında
Yaşar Kemal var. Kendisi rahatsız, büyük olasılıkla gelemez, gelemese bile biz
onu orada sayacağız, zaten gelemezse konuşmasını gönderecek.
Yıllardır sayısız barış toplantısı yapıldı,
girişimler oluşturuldu, imzalar toplandı. Onların biriken deneyimi ve
katkısıyla olmalı, Barış Meclisi bugün hatırı sayılır genişlikte bir desteğe
ulaştı ve bu kez çok daha fazla sayıda insan ses çıkarmaya hazır. Bunda,
"Barış Grubu"nun oynadığı tarihsel rolü her fırsatta anmak gerekir.
Kişisel olarak, barış sözcüğünü duyduğumda ilk aklıma gelenler onlar oluyor.
Ama bu sözü tersane işçilerinin ne kadar iyi
anladığına da bizzat tanık oldum. 17 Mayıs Cumartesi günü, Selah Tersanesi
işçisi Deniz Kaşıkeman'ın dev bir sac plakanın altında kalıp ağır yaralandığı
haberi geldiğinde, Limter-İş'li sendikacılarla aynı yerdeydim. Sendikacıların,
haberi aldıklarında bir anda nasıl yalnızca bedenden ibaret kaldıklarını, bütün
canlarının ve ruhlarının oradan çekilip herhalde arkadaşlarının yanına gittiğini,
bir süre öylece kalakaldıklarını gördüm. Hayat boyu unutamayacağım anlardan
biriydi. Az önce konuşmuştuk Kürt sorununu ve ölüm sorununu. Aynı akşam, yaralı
arkadaşlarının da ölüm haberi geldi.
Gazeteler, dünyanın en huzurlu ülkeleri
listesinde İzlanda'nın ilk, Irak'ın ise son sırada yer aldığını yazıyor.
Türkiye mi? Geçen yıl 92’nciyken, bu yıl 115’inci sıraya gerilemiş.
Bazı zihinlerde barış sözcüğü huzur
sözcüğünün ikiz kardeşi, tıpkı İngilizcedeki gibi. En çok da vicdan huzuru
anlamına geliyor. Barış sözcüğüne tepki duyanlara da rastlanıyor. Ya birer
vurdumduymaz oluyorlar, ya da sözcüklere fazlasıyla duyarlı kimseler: Kavramın
teraneleşmesinden, söylene söylene anlamını yitirmesinden korkuyorlar. Hele bir
iradeye dönüşsün ülkemiz ve dünya için, anlamını o zaman yitirsin
yitirebileceği kadar. Ama buna daha çok var. Bir inşaatı başlatmak gerekiyor,
biraz gayret.
Gazeteciler, çeşitli görüşlerden politika
yazarları, son haftalarda şu fikri epey dile getirdiler: "Silahlı
müdahalenin de, silahlı mücadelenin de sınırlarına ulaşıldı; artık yeni
açılımlar gerekiyor." 1 Haziran Pazar günü Kadıköy'de söylenecek olan söz,
beyan edilecek irade de tam tamına bu. Artık yeter! Ölüm değil çözüm istiyoruz!
Tuzla'ya da, dağlara da, doğuya da, batıya da! Ey karar vericiler, duyun
sesimizi! Her durumda Kürt sorununda korkutucu kopuşları engelleyebilecek tek
yol bu: Ülke gerçeklerine ve vicdanlarımıza kulak vermek.
Bu iradenin oluşması, birbirinden çok farklı
kesimlerin yollarının kesiştiği bir asgari müştereğe işaret ediyor. Yakın
zamanlara kadar, Kürt sorununda ölüm değil çözüm diyenlerin kendilerini
ortaklaşa ifade edebilecekleri bir yer yoktu ortalıkta. Belki de ortak bir
çözüm iradesi oluşmamıştı. Şimdi var böyle bir yer. Yıllardır gösterilen çabalar
sonucu, bugün bir uçtan bir uca, başka türlü kolay kolay bir araya gelmeyen çok
geniş ve çok farklı kesimlerin barış iradesini bir araya getirebilen bir yer
oluştu: Barış Meclisi.
Miting tertip komitesi, dünya ve ülke barışı
için mücadele etmiş ve etmekte olan herkesin de orada olacağını umut ediyor.
Hakların ve özgürlüklerin bütün boyutlarını savunmak için bu olanağı
değerlendirecek miyiz? Canı yanan doğu illerinin gösterdiği ilginin hiç değilse
yarısı kadar ilgi gösterecek mi diğer herkes barış çağrısına? Gazete
sayfalarından, salonlardan, kapı arkalarından, kafelerden, kahvelerden,
evlerden ve işyerlerinden çıkıp gelebilecek misiniz? Şu ölüm getiren umutsuzluk
toprağını silkelemeye?
&
Terörist
demek ya da dememek[16]
"Ergenekon"dan da "terör
örgütü" diye söz ediliyor. Sanıklarına 'terörist' dendiğine ise henüz
tanık olmadım.
DTP yöneticileri sık sık PKK'ye terörist
dememekle suçlanıyor ve bu gerekçeyle, devletin yöneticileriyle
görüştürülmedikleri gibi, bizzat terörist ilan edildikleri de oluyor. Bu
konudaki soruları ise her seferinde şöyle yanıtlıyor DTP'liler: 'Bizi
destekleyenlerden çoğunun bir yakını dağda. Neredeyse her aileden bir kişi. Biz
onların çocuklarına nasıl terörist deriz?'
Bu yanıtın, ilk iki cümlesiyle gerçekliğe
işaret ettiği anlaşılıyor. Üçüncü cümlesiyle ilgili ilk eldeki yorum ise ancak
şu olabilir: DTP, PKK'nin terörist olduğunu düşünmekte ama oy ya da destek
yitirme kaygısıyla bunu dile getirmemektedir.
'Biz onların çocuklarına nasıl terörist
deriz?' cümlesinin, dil dışı bağlam göz önüne alınarak yapılabilecek ikinci bir
yorumuna göre ise, DTP, PKK'nin terörist olduğunu kabul etmemekte, ama bilinen
siyasal baskılar nedeniyle, bunu belirtmekten kaçınmaktadır.
Her iki yorum da, yanıtın net olmadığını
gösteriyor.
PKK'nin niteliği konusunda resmî makamların
yaptığı açıklamalar net sayılabilir mi peki?
Bir süredir, bu konudaki resmî açıklamalar
bende her seferinde şu soruyu uyandırıyor: Dağlarda gerilla yok mu? Gerek
örgütün kendisi için, gerekse yakalanan militanlar için her koşulda tek sıfat
kullanıyor resmî makamlar: terörist. Hiçbir koşulda 'gerilla' demiyorlar.
Hatta, yanılmıyorsam bu kış yapılan sınırötesi harekâtla ilgili açıklamalarda
bazı bölümler sözcük olarak değil ama içerik olarak 'gerilla' olgusunu
anıştırıyor gerekçesiyle Devlet Bahçeli tarafından eleştirilmişti.
Oysa yıllardır dağlarda sözlüklerin
'gerilla' adını verdiği konumdaki insanlar bulunuyor. Bu insanların mensup
olduğu PKK, bir yandan gerilla savaşı verirken, zaman zaman da kendi içindeki
cezalandırma eylemlerine kadar varan terör eylemlerine başvuruyor. Gerçek
(olgusal) durum bu. Resmî söylem, savaş mantığının bir sonucu olmalı, gerçek
duruma uymuyor.
Adı uzun süre anılmayan her sorun, şaşmaz
bir biçimde büyür gider. Düşünsel güç yitimine mal olur ayrıca. Farklı
adlandırmalar ancak yeni ulaşılmış bir düşünsel katkıya işaret olduğunda
olumludur çünkü. Bunun dışındaki durumlarda, ya Türkçedeki gibi terim birliği
sorunlarından birine işarettir, ya da bir saptırma/gizleme ihtiyacına.
ABD yönetimi çok uzun süre Filistin Kurtuluş
Örgütü'nden "terörist örgüt" diye söz etmişti. Diyaloğun
kaçınılmazlığına karar verdiği anda bıraktı bu adlandırmayı. Bugünkü Irak'ta kent
ortasında bomba patlatanlar, bizimki dahil pek çok ülkenin haber bültenlerinde
terörist diye değil, direnişçi diye anılıyor. Aynı ana akım basının dilinde,
Basklılar direnişçi, Tamiller ve Tupamaros gerilladır vb.
"PKK is a terrorist organisation."
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın son ABD
ziyareti sırasında televizyonlar George W. Bush'un bu sözü söylediği sahneyi
tekrar tekrar yayımladı, tonlaması bile belleğimize kaydoldu. Belli ki bir
pazarlık öğesiydi bu. Bush, kendi payına düşeni bir güzel ödemekteki
kararlılığını belli etmek için, bizim halkın bir yabancı gördü mü ona
diyeceklerini yüksek sesle ve tane tane söylemesi gibi söylüyordu, üstüne
vazife olan formülü.
Türkçede '-ist/ -ci'
sonekine gerekli dikkat gösterilmiyor. Özellikle toplumsal-siyasal gerginlik eksenleri
söz konusu olduğunda varlığı ve yokluğu yaşamsal bir önem taşıyor bu ekin oysa.
Mesleki bozulma diyebilirsiniz ama, 'terör'ün olduğu her yerde otomatik olarak
'terörist' diyenlere, 'İslamcı' demeleri beklenen yerde 'İslamcı' yerine
'İslam' ya da 'Müslüman' diyenlere öfkelenmekten kendimi alamıyorum.
Son milletvekili seçimleri sırasında Baskın
Oran'ın adaylığını destekleyenler İstanbul Mecidiköy taraflarında yürüyüş
yaparken atılan sloganlardan biri "Milliyetçiliğe hayır!"dı.
Dükkânlarının kapısına çıkmış meraklı esnaftan birinin gerçek bir şaşkınlık
içinde diğerine "Bunlar milliyetçilikten ne istiyor yahu?" diye
sorduğunu işittim. Çoğu yurttaşımızın bu slogandan ötürü aynı duyguya kapılmış
olduğunu tahmin etmek zor değil. Tıpkı sözünü ettiğim esnaf gibi,
milliyetçiliği olumlu bir değer sayıyor insanlar çünkü. Sorgulandığına hiç
rastlamamışlar.
Son bir nokta olarak, 'milliyetçilik'teki
üstünlük öğesinin yalnızca diğer milletlerle ilgili olmadığına dikkat
çekmeliyim: Boyut üstünlüğü de içeriyor bu kavram. İnsan yaşamının
boyutlarından ya da var olma biçimlerinden 'bireysel, aileyle ilgili, yerel,
topluluksal, bölgesel, ulusal, evrensel' dizisi içinde, 'milli/ulusal' olanı
üstün saymak anlamını taşıyor. Ünlü '-ist/ -ci'
sonekinin marifeti bu: öncelik tanımak ya da üstün saymak anlamını katıyor
eklendiği sözcüğe.
Bencilin 'ben bencilim' dememesi gibi, diğer
milletler karşısındaki üstünlük duygusu da dolaysız bir biçimde dile
getirilmiyor. Yaygın olan, övünme biçimindeki görüntüleridir daha çok. Her
birimiz dünyaya bedelizdir vb. Çerçeve böyle olunca, "Dünya milletler
ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi" sözündeki
"aile"den kastımızın da, yoksul ve ezik yakınlarımızı içerdiği yorumu
yapılamaz bence. Buradaki eşitlik iddiamız, küresel gidişatı belirleyen parlak
milletlerin 'ailesi'ne yöneltilmiştir; 'eşitler arasında daha eşit' olanlara.
&
Bir TSE (Türk Standartları Enstitüsü)
yayınındaki açık ırkçılıktan söz edeceğim. Tam on dört yıldır süren bir ayıp
belki düzeltilir ve özür dilenir umuduyla.
Konuyu ilk kez Mıgırdiç Margosyan, 19 Temmuz
1996 tarihli Agos gazetesindeki "Zurna" adlı köşesinde yazmış. Ben o
yazıyı görmemiştim. Margosyan, günlük Evrensel gazetesindeki "Kirveme
Mektuplar" adlı köşesinde geçen yıl yeniden yazdı konuyu; 22 Haziran
2007'den başlayıp yedi hafta süren bir dizide.
Söz konusu olan, bir tür 'insan
standardı'dır: Ermenilerin standart kişiliği nedir, Yahudilerin standart
kişiliği nedir, Türklerin standart kişiliği nedir vb.
TSE (Türk Standartları Enstitüsü) yayını.
Kitap Adı: "Türk ve Türklük". Yazar Adı: Ömer Naci Bozkurt. S. no: 1.
Basım Yılı: 1994. UDC 930(560) BO. Konusu: TARİH-TÜRKİYE.
Margosyan'ın 19 Temmuz 1996 tarihli
yazısının, bir utanç, kınama ve özür tsunamisi yaratmadığını biliyoruz. Onun
ardından galiba yalnızca Nebil Özgentürk yazmış konuyu. Özgentürk, internette
bulduğum 6 Nisan 1997 tarihli Sabah gazetesindeki "Onları
seviyoruz..." başlıklı yazısında, Ermenilere yönelik bir başka ırkçılık
örneğini kınarken, söz konusu TSE yayınını da kınıyor ve Margosyan gibi o da
mahut kitaptan şunları alıntılıyor:
"Türkiye'de sizi aldatan birine mi
rastladınız, bilin ki bu muhakkak Ermeni'dir."
"Bir Türk'e mi iş yaptıracaksınız,
mukaveleye lüzum yok, sözü kâfidir. Ama Rum veya başka bir Hristiyan'la iş
yapacaksanız mukavele yapınız. Ermeni ile yazılı veya sözlü hiçbir mukavele
yapmayın. Zira onların yalan ve hilelerine karşı hiçbir mukavele garanti
sağlayamaz."
Kitapta ayrıca Yahudilerin "azınlık ve
dönme ırkçılığı"yla, Kürtlerin bölücülükle, Ermeni ve Rumların hırsızlıkla
damgalandığı anlaşılıyor.
Ben neden şimdi yazıyorum peki bunları?
Kitap, TSE'nin yayın listesinden hâlâ çıkarılmadığı, gereken özür açıklaması
hâlâ yapılmadığı için. Bugünlerde 'standart' kavramının dil alanındaki yerinden
söz eden bir yazı tasarlarken, bu 'insan standardı' zihnimde gerilere
itemeyeceğim kadar önlere çıktığı için. Gecikmiş olarak yazıyorum gerçekte. Ve
her gecikme ayıbın sürüp gitmesine katkıda bulunduğu için, utanarak.
Birisi daha yazmıştı: Keşke azınlıkların
haklarını çoğunluklar, zayıfların hakkını zayıf olmayanlar savunsa. Türkiye
Kürtlerinin hakkını Türkler, Almanya ve Yunanistan Türklerinin hakkını Almanlar
ve Yunanlılar, sakatların hakkını sakat sayılmayanlar, kadınların hakkını kadın
olmayanlar, eşcinsellerin hakkını eşcinsel olmayanlar, Afroamerikalıların
hakkını diğer Amerikalılar savunsa vb. Bu işler, insan hakları savunucularıyla,
'bir kısım aydınlar'la ya da mağdurun mahallesiyle sınırlı kalmasa.
Biraz ütopik görünebilir ama, düpedüz ahlaki
bir mesele bu.
Gerçeklik bize her an her tür etnik gruptan,
her tür insanın ve davranışın çıkabildiğini gösterirken yukarıda alıntıladığım
cümlelerin yazılıp yayımlanmasının tek adı olabilir: Açık ırkçılık.
Hatalı TSE'den, o kitabı yayın listesinden
çıkarmasını ve kamu önünde tüm yurttaşlardan özür dilemesini talep ediyoruz.
&
Ayıp
TSE'den ses
seda çıkmadı[18]
14.8.2008 tarihli yazımda, Türk Standartları
Enstitüsü (TSE) yayını olan ve içinde açık ırkçılık yapılan "Türk ve
Türklük" adlı kitaptan söz etmiştim. Okurlar ilgilendi ama, resmî
ilgililerin dikkatinden kaçmış olmalı ki onlardan ses çıkmadı. Bir yanıt
alıncaya kadar yinelemek niyetindeyim ben bu çağrıyı:
TSE'den, o kitabı yayın listesinden
çıkarmasını ve kamu önünde tüm yurttaşlardan özür dilemesini talep ediyoruz.
&
Ayıp
14.8.2008 tarihli yazımda, Türk Standartları
Enstitüsü (TSE) yayını olan ve içinde açık ırkçılık yapılan "Türk ve
Türklük" adlı kitaptan söz ederek, TSE'den, o kitabı yayın listesinden
çıkarmasını ve kamu önünde tüm yurttaşlardan özür dilemesini talep etmiştim.
TSE Genel Sekreteri Mustafa Ağuş'tan faks yoluyla bir yanıt geldi.
Yanıtta, kitabın 1994 yılında Enstitü Müdürü
Mehmet Yılmaz Arıyörük'ün bilgisi dahilinde, merhum Ömer Naci Bozkurt
tarafından kaleme alınmış olduğu bildirildikten sonra şöyle denmiş:
"14
yıl önce yazılmış ve tamamıyla yazarına ait olan bilgi, belge, görüş ve
düşüncelerin yer aldığı bir kitapta yazılanların TSE'ye mal ediliyor olmasının
üzüntü verici olduğunu ifade etmek isterim.
Söz konusu kitap, basıldığı yıl tükenmiş ve
yeniden bastırılmamış olup Enstitümüzün yayın listesinde de bulunmamaktadır.
Saygılarımla bilginize sunarım.
Mustafa Ağuş
Türk Standartları Enstitürü Genel Sekreteri"
Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet geleneklerine
tam tamına uygun bir yanıt Mustafa Ağuş'unki: Kurumla ilgili kişisel
sorumlulukları dar anlamıyla ele almak; hukukta dendiği gibi 'hükmi şahsiyet'
olarak kurumun sorumluluğu konusuna ise hiç girmemek.
Ağuş da, şimdiki yöneticilerin kişisel
sorumluluğu bulunmadığını belli ediyor ve kitabın kimin zamanında yayımlanmış
olduğunu bildiriyor, hepsi o kadar. "Üzüntü verici" bulduğu nokta,
böyle bir kitabın TSE tarafından yayımlanmışlığı değil, yazılanların TSE'ye "mal
ediliyor olması".
Sayın yetkilinin, bu cümlesiyle, bir kitabın
yayımlanmasında yayıncısının hiç payı yoktur demek istemediğini umuyorum.
Kullandığı anlatım öyle ki, boş bulunsam, acaba hata bende mi diye
kuşkulanacağım.
Yeni bilgi olarak, kitabın yeniden
basılmamış olduğunu ve yayın listelerinde bulunmadığını öğreniyoruz Mustafa
Ağuş'un faksından. Gerçekten de, TSE'nin internet sitesindeki yayınlar bölümüne
yeniden bakıyorum, kitap artık orada değil; en azından, ben göremedim. Konuyu
yazdığım sıralar listedeydi, künyesiyle birlikte. Sessiz sedasız çıkarıldığı
anlaşılıyor.
Kitabın listeden çıkarılmış olması iyidir
ama, sessiz sedasız çıkarılmış olması, kurumsal sorumluluk açısından bir
gelişme olmadığını gösteriyor. Acaba bizlere "devlette devamlılık
esastır" biçiminde yansıyan tutum, görevliler katında "kurumların
hatasızlığı esastır" biçimini mi alıyor?
Böyle bir tutum günümüzün demokrasi
standartlarına ne derece uyar dersiniz? Irkçı içerikli bir kitabı yayımlamış
olmak, kurum adına özür dilenmesini gerektirmez mi?
&
12 Eylül
cezaevleri ve barış[20]
Ali Sirmen Cumhuriyet'te 12 Eylül cezaevi
anılarını anlatıyor. 15.8.2008 tarihinde yayımlanan bölümde şöyle diyor:
"Okumaktan söz etmeyeceğim, bizim
konumumuzdakilerin hemen hepsi için hapishane bir okuma cennetidir. Barışçılar
için olduğu kadar, diğer siyasiler için de durum aynıydı."
Mamak ve Diyarbakır için de aynı şeyin
geçerli olduğu sanılmasın diye yazıyorum. Mamak Askeri Cezaevi'ni bir okuma
cenneti kılmak için elimizden geleni yapıyorduk ama, bunu başarabildiğimiz
anlar sayılıdır. 12 Eylül'ün Mamak Cezaevi, okumak meselesi dahil her açıdan
tam bir cehennemdi. Oraya cehennem demekte ikircime düştüğümüz tek bir an
olmuştu: Diyarbakır Cezaevi'nde olup bitenleri öğrendiğimiz zaman... Karar
vermemiz uzun sürmemişti: Diyarbakır'ı anlatmaya cehennem sözcüğü yetmez,
cehennemin yedi kat dibi demek gerekir. Kürt sorununun sonraki biçimlenmesinde
büyük payı olan olgulardandır.
Biz Mamaklı kadınlar, dayatılan "askerî
tutuklu" statüsünü kabul etmeyip kendimizi "siyasî tutuklu"
saydığımız ve ona göre davranılmasını talep ettiğimiz için, asker tutuklular
gibi sabah akşam marşlar okumamız, tekmil verip talim yapmamız dayatıldığında
bunları yerine getirmiyorduk. Direnme hakkımızı kullanıyorduk kısacası. Bunun
karşılığı günde beş altı sefer coplarla ölümüne dayak, yataklarımızı deşip
diğer eşyalarla birlikte koğuşun ortasına yığarak üstlerine mutfak
malzemelerini boşaltmak gibi uygulamalardı. Bunlardan başımızı alıp da okumaya
zaman ayırmamız gerçekten de cennet duygusunu uyandırıyordu bizde. Elbette,
içeriye ders kitaplarından başka kitap alınmasının yasaklanmadığı o ender
dönemlerde.
Bireysel ceza olarak ayrıca tabutluk ve
tecrit vardı. Bunun bir üst kademesi ise tabutluk denen hücrelerin zeminine su
bağlanmasıydı, kış ayları dahil. Uyumak için uzanmak zorunda olduğunuz beton
zemin bir metreye bir metre boyutlarında, üstelik bazen sürekli ıslak;
battaniye verildiyse battaniye su içinde...
Dayatmaları yerine getirip tutuklu birer er
gibi davranan arkadaşlar da kurtulamıyordu kesintisiz işkencelerden. Amaç
bizleri gerçekten asker yapmak değil, ezmekti çünkü. Ayrıntılar için, sevgili
koğuş arkadaşım Pamuk Yıldız'ın "O Hep Aklımda" adlı kitabına
başvurulabilir. Yeni baskısı, Penta Yay., 2007. Anlattıklarının tanığıyım.
Kitap ve gazete yasağımızı kaldırdıkları
okuma cenneti dönemleri hiç uzun sürmedi Mamak'ta. Mahkemeye ya da hastaneye
giderken göz ucuyla bir gazete manşeti görenlerimiz, bir radyo sesi
duyanlarımız, sevindirik olurdu.
Anlaşılan o ki İstanbul Sağmalcılar'da o
zamanki Barış Derneği tutuklularına siyasal tutuklu muamelesi yapılmıştır.
Belki de çoğunun tanınmış kimseler olmasındandır. Ama dönemin bütün siyasi
tutukluları için durumun aynı olmadığı unutulmasın.
Bir de, o zamanki gibi şimdi de barış
çalışmalarına ihtiyaç olduğu unutulmasın. O zamanlar hiç değilse ülke içinde
savaş yoktu...
Barış konusunda bir
sitemim de Radikal yazarı Gündüz Vassaf'adır. "Cehenneme Övgü"nün
unutulmaz yazarı, "barış hareketlerimiz"in inandırıcı olmadığını
söylüyor:
"ABD başkanı ülkesinde protestocuları
gösterip, 'İşte bunun için Irak'da savaşıyoruz' diyor. Böyle bir hareket olmasa
kendisi icad edecek ki, gerekçesine kılıf uydursun." (3 Ağustos 2008)
Soru: Bush'un Irak'ta savaş karşıtları
protesto gösterisi yapabilsin diye savaştığına inanacak bir tek Allah'ın kulu
çıkar mı? İnandırıcı olmayan hangisi, barış hareketleri mi, Bush mu?
Çifte standartlı ya da göstermelik barış
hareketleri olabilir. Peki, böyleleri de vardır belki diye bırakalım mı yani
ipin ucunu? Bush'a mı inanalım? Vitrin süsü müdür gerçekten barışçılar?
Yeterince etkili olunamadığı konusunda haklı
elbette Vassaf. Barışın türlü türlü karşıtları daha etkili görünüyor şimdilik.
Yine de, Barış Meclisi'nin 1 Haziran 2008'de Kadıköy'de yaptığı ve 31 Ağustos
2008 Pazar günü Kadıköy dahil üç yerde yapacağı mitinglere bakan herkes,
bunların süs olmadığını görmekte herhalde zorlanmayacaktır. Barışa susamış
insanlar, kitleler halinde geliyor oraya. Ya da kitleler, insanlar halinde
geliyor...
&
Bilmediğimiz
barış[21]
Herhalde duymayan
kalmamıştır: Türkiye Barış Meclisi önümüzdeki pazar, 31 Ağustos 2008 günü, üç
yerde "Kürt Sorununda Demokratik Çözüm" mitingi düzenliyor:
Diyarbakır İstasyon
Meydanı, saat 16.00;
İstanbul Kadıköy
İskele Meydanı (Tepe Nautilus'un önünden başlıyor), saat 14.00;
Adana Uğur Mumcu
İstasyon Meydanı (Mimar Sinan Tiyatro Alanı'ndan başlıyor), saat 16.00.
Başka pek çok
yerde, yürüyüşler, basın açıklamaları...
*
1 Eylül Dünya Barış
Günü bu yıl pazartesiye denk geliyor. Mitingler bu nedenle pazar günü.
Pazartesi de gösteriler var: "Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu" ve
"Savaş Karşıtları" gibi girişimler dahil İstanbullu barışçılar
18.30'da Beyoğlu Tünel'de buluşuyor.
*
Dünya Barış
Günü'nün kaynağı, 1 Eylül 1939. İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı gün. O
tarihte Hitler yönetimindeki Alman orduları Polonya'yı işgale girişmişti.
*
'Barmak' fiilinin
'gitmek' anlamına geldiğini söylüyor Andreas Tietze'nin "Tarihi ve
Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı": 'Barışmak', 'bar-' kökünden işteş fiil;
'birbirine gitmek' anlamına geliyor. Barış da aynı aileden.
Biz buna,
'birbirinin gerçekliğine varmak' diyelim.
*
Her şeyden önce,
sorun çözmede bir yöntemin adı barış: Zamanın bilinci yalnızca ona yettiği
için, bencil çıkarlar öyle gerektirdiği için, ya da saldırganlık üstün geldiği
için kaba kuvvete dökülmüş sorunları, kaba kuvvetin pençesinden kurtarmanın tek
yolu.
*
Erkek cinsindeki
başta olmak üzere, saldırganlık eğiliminin ya da üstünlük güdüsünün üstesinden
gelmek hiç kolay değil. Yüksek bir toplumsal bilinç düzeyi gerektiriyor.
*
"Onurlu bir
barış" sözünü 'kimsenin erkekliğine halel gelmesin' biçiminde
anlayacaksak, bunu silaha başvuranların tümü için düşünmek gerekiyor.
*
Barışın iyisi,
kalıcı olanı. Yapılar gibi, sağlam bir temele dayananı. Bizim buradaki inşaatın
çukuru derin, dinamitleyeni çok, durup seyredeni de az değil.
*
Taraflardan biri,
AKP, barışı din birliği temelinde sağlamak peşinde. Tekboyutçu.
*
AKP gibi,
seyredenlerin çoğu da tekboyutçu. Kötü matematikçiler gibi, denklemin tek
bilinmeyenli olmasını istiyorlar. En büyük bizim boyut, başka boyut yok! AKP'ye
göre, varsa yoksa sünni/Hanefi İslam! Kimine göre, ekonomi düzelirse Kürt
sorunu çözülür! İşsizlik sona ererse Kürt diye bir şey kalmaz! Kimine göre, etnik
sorun sınıf savaşını saptıran bir engeldir! Kimine göre, etnikçilik ABD'yle
AB'nin marifeti! Kimine göreyse her şey eğitimde olup biter...
*
Bana göre, Kürt
sorunu temelde ideolojik/psikolojik bir eşiğin aşılması anlamına geliyor. Kürt
olmak, Kürtlerin istencine aykırı olarak ikincilleştirilmiştir. Bunun son
bulduğu an, eşik aşılmış olacak. Esas olarak, temelde bir yerde son bulduğunu
hissettiğimiz an. Tıpkı diğer tüm ayrım eksenlerindeki gibi.
*
"An"
diyorum diye, 'bir anlık mesele' dediğim sanılmasın. Bir dönüm noktası var
elbette; örneğin, iyi bir anayasa, eğitimin tüm aşamalarında Kürt diline
gereken yerin ve önemin verilmesi, bir siyasi af çıkarılması; bunlar kaçınılmaz
bir dönüm noktasını oluşturmakla birlikte, esas olan, barış çabalarının
kesintisizliğidir. Bir kuşaktaki 'zihniyet devrimi', sonrakileri garanti
etmiyor. Neyin kim tarafından ne kadar içselleştirildiği belli olmuyor.
*
'İkincil' sözcüğü,
'madun'un Türkçesi. Madun (A uzun, U uzun), Arapça; İngilizcesi 'subaltern'.
Egemenlik altında olan grup, anlamına geliyor. Fiil, 'ikincilleştirmek'.
Kavramın toplumsal alandaki kullanımını Antonio Gramsci'ye, geliştirilmesini
Ranajit Guha ve Gavatri Spivak'a borçluyuz. Tüm ayrımcılıklarda ikincilleştirme
söz konusu: mağdur etme, üzerinde egemenlik kurma, egemenlikten dışlama...
*
"Kürt
sorunu"ndan söz ederken "Kürtler-Türkler" ikileştirmesinden
kaçınmak gerekir: Dışlayıcı ve çoğunlukçu bir ikileştirme bu.
*
Bazı 1 Mayıslara ve
barış gösterilerine kadar sızan o ırkçı "Kana kan" sloganını bir daha
hiç duymamalıyız. Barış, ırkçılıkla en bağdaşmayan kavram.
&
"Ateş etme, konuş!"[22]
Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP)
kapatılmasına karşı imza kampanyası açıldı. Metin şöyle:
"DTP'yi kapatmayın, Vekillere
dokunmayın!
Siyasal demokrasinin sınırlarının
kısıtlanması değil genişlemesi için, adalet duygusunun güçlenmesi ve
yaygınlaşması için, Kürt sorununda demokratik barışçıl çözüm umutlarının
körelmemesi için Demokratik Toplum Partisi kapatılmamalıdır.
DTP'yi kapatmayın
Vekillere dokunmayın!"
Umarım, "Ateş etme, konuş!"
diyenlerin sesi kesilmez, DTP kapatılmaz. İmza vermek için adres:
&
Yarın Avrupa Diller Günü.[23]
26 eylüller Türkiye'de 76 yıldır Dil
Bayramı, Avrupa'da ise 2001'den bu yana Avrupa Diller Günü olarak kutlanıyor.
Türkiye'deki Dil Bayramı programlarına
bakılırsa, kof törensellik cephesinde yeni bir şey yok: Avrupa Diller Günü'nün
esamisi okunmuyor. Dil Derneği, AKDTYKTDK ve MEB, başka dillerle yalnızca
onlardan nasıl kurtuluruz çerçevesinde ilgileniyor. Kürtçe ve diğer anadilleri
zaten birer tabu, birer 'var olmayan dil'. Doğu illerinde 'anadili' diye
kitlesel gösteriler yapılırmış, insanlar bu uğurda birbirine girermiş, ne
gam...
İngilizce, Kürtçe ya da Türkçe. Tümünün yeri
aynı bizde; ya başımızın üstünde, ya ayağımızın altında. Kısacası, dillerin
kitabımızda yeri yok. Belki de gerçekte kitap çantası diye bir yerimiz
olmadığından.
&
Savaş
mantığına son verilmeli[24]
PKK ve Kürt sorunuyla ilgili son olaylar
konusunda, haklı olarak, ünlü "Ne yapmalı?" sorusunu gündeme
getiriyorsunuz. Benim bu soruya vereceğim yanıtın özü şudur: Savaş mantığına
son verilmeli, barışın ve gerçekliğin mantığına geçilmeli. Savaş mantığı bizi
uçurumun kenarına kadar getirdi. Bundan ötesi yalnızca akbabalara hizmet eder.
Savaş mantığı dediğim, silahtır, şiddettir,
çatışmadır, baskıdır ve terördür. Bunlar tüm dünyada feodal dönemlerden kalma
politika araçları. İyi eğitilmemiş bireyler gibi, demokratikleşmemiş devletler
ve toplumlar da anlaşmazlıkları kaba kuvvet yoluyla çözme eğiliminde oluyor.
Elbette buna güçlü çıkarlar, akbaba çıkarları ve erkeklik kültürü de ekleniyor.
Demokratikleşme süreci gerçekte bütün bunlarla başa çıkma süreci.
Bizim toplumumuzda 1920 devriminin
sıcağındaki o kısa demokratik dönemin ardından devlet temel sorunlarda bir
gizleme güdüsüyle baskı ve terör politikasını benimsedi. "İç düşman"
anlayışı bugün hâlâ egemen.
Oysa demokrasi tam da bu tür farklılıkların
korkmadan bir arada yaşayabilmesi demek. Bizde ise sosyalistler, şeriatçılar ve
“Kürt mürt”, “Ermeni mermeni” olanlar 'biz'den sayılmıyor. Fena halde
içselleştirilmiş durumda bu mantık.
Savaş mantığının en korkunç yanı ise kendi
kendini besleyen bir mantık olmasıdır: En iyi savunma saldırıdır ilkesini
benimsemiştir bu mantık ve başka çözüm yollarını tıkamaktadır. Öyle sanıyorum
ki bizi uçurumun kenarına getiren de bu kısır döngüdür.
Demokratik bir çözümden yana olan bütün kişi
ve güçlerin talepleri ise bugün artık belirlenmiş durumda:
- Ateş
etme, konuş! Bu talep acildir ve hem devlete hem de PKK'ye yöneliktir.
-
Nefret yayma, eleştir! Bu talep, başta medya ve siyasetçiler olmak üzere tüm
yurttaşlara yöneliktir.
-
Gerçekliğe saygı duy! Kürtlerin var olduğu çok gecikerek kabul edildi. Daha
fazla gecikilmeden:
1) Kürt
ve diğer kültürlere ilişkin bilgilere yalnızca belirli ve dar alanlarda değil,
toplumsal kültürün tüm alanlarında yer verilmeye başlanmalı.
2)
Yeterince talep olan bütün diller hem eğitim konusu olmalı, hem de o dilde
eğitimin yolu açılmalı.
3) Tüm
alanlarda tam bir fikir özgürlüğü güvencesi ve duygusu sağlanmalı.
4) Yeni
anayasada, Türk etnikçiliği olarak anlaşılabilecek sözler yer almamalı, tüm
kültürleri kapsayabilecek bir temsiliyet gözetilmeli.
Kısacası, Türkiye Barış Meclisi'ne kulak
verilmelidir.
&
Oralarda kimse yok mu?[25]
Diyarbakır Valisi, Türkiye Barış Meclisi
heyetiyle görüşmeyi kabul etmemiş. Oysa tarihsel bir fırsattı bu: Barış
Meclisi, çok sayıda ilgiliyle görüşerek bölgedeki sorunları saptamaya ve
duyurmaya çalıştı.
Barış Meclisi Sekretaryası'nın 28 Ekim 2008
günü açıkladığı "23-24 Ekim 2008 Tarihli Diyarbakır Ziyareti Değerlendirme
Raporu", bir tür intifadaya benzeyen son olayların dipten gelen dalgalar
olduğunu, kimsenin, ne DTP'nin ne de başkalarının suyu karıştırmasıyla
yaratabileceği ya da denetim altına alabileceği türden olmadığını gösteriyor.
Tepeden bakanlar ise, Süleyman Demirel'inden
Recep Tayyip Erdoğan'ına, Deniz Baykal'ından Talabani ya da Barzani'sine kadar,
basiretsizliğin son perdesini sergilemekle meşgul. Onlara barışa gidebilecek son
yolları da elbirliğiyle tıkamakta olduklarını anlatabilecek kimse yok mu?
Oralarda hiç kimse yok mu?
&
Bedeller ve ceremeler[26]
Epey oluyor, İsmail Beşikçi çoğu zaman
olduğu gibi yine cezaevindeyken, bir yazar, cezaevindeki birini eleştirmeyi
etik bulmadığı için Beşikçi'nin yazdıklarını eleştirmekten kaçındığını ima eden
bir şeyler yazmıştı. Beşikçi'nin buna verdiği yanıt, düşünce özgürlüğünün ve
eleştirel düşüncenin neliği konusunda okuduğum en iyi metinlerden biridir.
Ne yazık ki ilgili gazete kesikleri elimin
altında değil. Beşikçi özetle diyordu ki, eğer her şeyi göze alarak yazıp
çizmezsek, kendi fikir özgürlüğümüze kendi elimizle son vermiş oluruz; ben ne
düşünüyorsam öylece yazıyorum, bunun bedeli hapiste yatmaksa, hapiste
yatıyorum. Sizin eleştirilerinizden mahrum kalmayı da hak etmiyorum...
Cümleler herhalde farklıydı ama içerik
böyleydi. Bu sözlerde eleştirel düşünceye dair, temel önemde iki saptama
yatıyor: Bedel meselesi ve mahrumiyet meselesi. Beşikçi Kürt sorununda bu
toplumu eleştirilerinden mahrum bırakmadı ve bunun için kendisine biçilen
bedeli ödedi. Meslektaşlarının ve Türkiye okuryazarlarının geniş bir kesimi,
Kürt sorununda gerek Beşikçi'yi gerekse bu toplumu eleştirilerinden mahrum
bıraktı, çünkü bedel ödemek istemiyordu. Giderek, karşı argümanların avukatına
dönüşenler de oldu.
Kürt sorunu demek, cumhuriyet dönemi Kürt
politikasının yarattığı sonuçlar demek. (Öncesi de vardır elbette, ama devam
eden dönem cumhuriyet dönemi olduğu için, bu sorunun ilk elden ilgilisi de odur.) Beşikçi'den başka kimler hangi bedelleri
ödedi ve ödüyor bu politikanın sonucu olarak?
Beşikçi gibi, gerçeklikle ilgilenmeleri
sonucu yazdıklarından dolayı baskı görenler, kovuşturulanlar, hüküm giyenler,
yıllarca cezaevinde kalanlar;
Anadilleri yasaklanıp horlananlar; o dilde
konuştukça susturulanlar; bilmedikleri bir dille gittikleri okulda başarısız
muamelesi görenler; anadillerinde okuma yazmayı cezaevinde öğrenenler;
Kürt olma özgürlüğüne sahip çıktıkları için
etnikçilikle, ırkçılıkla ve milliyetçilikle suçlananlar;
Korucu olmayı kabul etmedikleri için köy
meydanında kabir azabından geçirilenler; dışkı yedirilenler;
12 Eylül'ün cezaevlerinde cehennem azabından
geçirilenler; kafaları dışkılı sulara batırılıp her sabah kendi analarına küfre
zorlananlar;
Türkçe ya da Kürtçe çıkardıkları günlük
gazeteler bombalanıp yerle bir edilenler, gazeteleri, dergileri ve kitapları
-hâlâ- yasaklananlar;
Musa Anter başta olmak üzere, Batman'da,
Diyarbakır'da ve daha birçok yerde arkalarından vurulanlar;
Ufukta başka tür bir mücadele yolu
olmadığından yıllardır gerilla savaşı vermek için dağlarda yaşayan, ölen ve
yaralananlar;
Ufuklarında başka tür bir davranış yolu olmadığından
yıllardır PKK'ye karşı savaşan, ölen, yaralanan ve sakat kalan askerler;
İntihar bombacıları dahil, terör
eylemlerinde ölenler, yaralananlar, sakat kalanlar;
Her parti gibi bir amblemi ve bayrağı olan
partilerinin bayrağına, düşman devlet bayrağı muamelesi yapılanlar;
Milletvekili seçildiklerinde bile geleneksel
renkleri ile anadillerini kullandıkları için Meclis'te yaka paça edilip
bölücülükten cezaevine atılan Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan, Selim Sadak...
Eminim bu korkunç listenin bile çok eksiği
vardır.
Bedel konusunda tarihsel bir söz: Leyla
Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak, on yıldan fazla süren
hapisliklerinin ardından 19 Haziran 2004 tarihinde Ankara'da bir açıklama
yapmıştır. Bu söz o açıklamadan:
"İnsan hayatında verimlilik ve üretim
açısından oldukça önemli olduğunu düşündüğümüz kayıp yıllarımızı; demokrasi,
barış ve özgürlük adına ödenmesi gereken bir bedel olarak algılıyor ve bu
bedelin Türkiye'nin demokratikleşmesine katkıda bulunduğuna inanıyoruz."
Kürt sorununa yukarıdan bakanlarla aşağıdan
bakanlar bambaşka şeyler görüyor. Yukarıdan bakanların büyük bir bölümü, ABD ve
Britanya emperyalistlerinin jeostratejik hedeflerinden başka bir şey görmüyor;
kişi refiğini kendi gibi bilirmiş.
Kişisel olarak, yukarılarda çevrilen
dolapları görmezden gelen bir zihniyeti de anlamakta güçlük çekiyorum. Kürtler
onyıllar boyunca Saddam-İran-Türkiye üçgeni tarafından görünmez adam olmaya,
yok olmaya zorlandı. Bu amaçla, kıyım dahil kullanılmayan yöntem kalmadı. Bu
yol Irak Kürtlerini ABD'nin tuzağına iten yol...
Barış Meclisi'ni destekleyiniz. Türkiye
Barış Meclisi, bu yolda biraz daha ayak direnirse olabileceklerin önüne geçmeye
çalışıyor.
&
Bilime ve barışa olan borcumuzdur
Erdal İmrek’in sorularına yanıtlar[27]
Üniversitelerde Kürt Dili ve
Edebiyatı Bölümleri açılması için, TBMM’ye verilen kanun teklifi tartışılıyor. DTP
Siirt milletvekili Osman Özçelik’in Meclis’e sunduğu İstanbul ve Dicle
Üniversitelerinde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılmasına ilişkin kanun
teklifi üniversitelerde tartışılmaya başlandı. Mardin Artuklu Üniversitesi
Rektörü bu yönlü bir çalışmalarının olduğunu ve YÖK’e başvurmaya
hazırlandıklarını söylerken, birçok üniversite rektörü de yapılacak yasal
düzenlemeye göre hareket edeceklerini belirtti.
........................
Alpay:
Gecikme için özür dilenmeli
Necmiye
Alpay da, Kürt Dili için, 2008 yılında meclise bir teklif verilmiş olmasının,
kuruluşunun üzerinden 85 yıl geçmiş olan bir cumhuriyetin, kendi coğrafyasında
en çok konuşulan ikinci dil üzerinde bunca yıl boyunca hiçbir çalışma yapmadığı
anlamına geldiğini belirtti.
Bütün bu süre içinde Kürtçe’nin ve Kürt
kültürünün varlığının bile yadsındığını, zaman içinde silinip gideceğinin umut
edildiğini belirten Alpay, “Bu amaçla olmalı, o dilin merak ya da ilgi konusu
edilmesi, hatta genel bir bilimsel çerçeve içinde iki dillilik sorunlarına
eğilinmesi bile ihanet havaları estirilmesine yetmiştir” şeklinde konuştu.
Dilbilimciler
yapmalıydı
Kürtçeyle ilgili görevin bir siyasal
partiye, hem de ağırlıklı olarak Kürtleri temsil eden bir siyasal partiye düşmüş
olmasının utanılacak bir durum olduğunu belirten Alpay, “Bu konudaki öncülük,
alanın birinci elden ilgililerine, yani filologlarla, dilbilimcilere düşerdi.
Ama ne yazık ki ağır baskılar, ihanetle suçlanma ve işinden edilme korkusu gibi
nedenler, bilim insanlarının bu konularda öne çıkmasını büyük ölçüde önledi.
Böyle bir ortamda İsmail Beşikçi gibi bir toplumbilimcinin çıkabilmiş olması
bir mucizedir” dedi. Türkiye bilim tarihine daha fazla olumsuzluk eklenmesini
istemeyen her okuryazar ve her akademisyenin, cesaretini toplayıp konuya sahip
çıkması gerektiğini ifade eden Alpay, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin
kurulması için yasa çıkmasının da yeterli olmayacağını söyledi. Uygulamaya dair
bazı önerilerde bulunan Alpay, Türkiye düzeyinde, konunun tüm boyutlarıyla ele
alınacağı sempozyum ya da kurultay biçiminde bir dizi çalışmanın yararlı
olacağını ifade ederek, “Öncülüğü ve evsahipliğini bu konuda çalışmaları
olduğunu bildiren Mardin Artuklu Üniversitesi ile bir İstanbul ya da Ankara
üniversitesi birlikte üstlenebilir” dedi.
“Her
durumda, Kürt Dili bölümlerinin kurulması ve geliştirilmesi yönünde
gösterilecek çabalar, hem bilime hem de barışa olan borcumuzun yerine
getirilmesi anlamına gelecektir” diyen Alpay, “açılacak ilk bölümün kapısına
zarif bir de plaka çakmalıyız bence: ‘Gecikmemiz nedeniyle özür dileyerek, Kürt
diline derin saygılarımızla’ imza gerekmez, yeter ki imzayı bilelim; Türkiye
toplumu” şeklinde konuştu.(İstanbul/EVRENSEL)
&
Vicdani ret[28]
"Bedeller
ve ceremeler" başlıklı yazıda, Kürt sorunuyla ilgili olarak bedel
ödeyenleri bir arada anmaya-anımsatmaya çalışmıştım. Atıl Ulaş'tan aldığım
mektupta, vicdani retçileri unuttuğum için sitem ediliyor. Şöyle diyor Ulaş:
.......
"...
aşağıda alıntıladığım bölümde biz
vicdani redcilere yönelik büyük bir haksızlık ya da en azından ilgisizlik var
diye dusunuyorum.
'Ufuklarında
başka tür bir davranış yolu olmadığından yıllardır PKK'ye karşı savaşan, ölen,
yaralanan ve sakat kalan askerler;'
bizler vicdanımızı dinleyerek;
kimseyle savasmamayı ve kimse için ölmemeyi tercih ettik. bunu da diğer
insanlar ufuklarında böyle bir davranış yolu olduğunu bilsinler diye de yaptık.
yıllardır bir çok arkadaşımız bu uğurda işkence gördü, tecrit edildi, hapis
yattı. yani sizin deyiminizle bedel ödedi.
umarım bizi de duyar ve konuyla
ilgili bir dahaki yazınızda anarsınız, ..."
.......
Yazıda vicdani retçileri anmayışımın nedeni,
onların Kürt sorunuyla bağlantısının dolaylı olduğunu düşünmemdi. Bildiğim
kadarıyla vicdani retçiler yalnızca PKK karşısında değil, hiçbir koşulda asker
olmak istemeyen bir felsefenin sahibi. Bu açıdan, Kürt sorunuyla bağlantıları,
diğerleri gibi dolaysız değil.
Bir başka açıdan bakarsak, anılmayı en çok
hak edenler arasındadır elbette vicdani retçiler; insanlığın kendi kendisine
önerebileceği en iyi ortak yaşam kavramlarından birine sahip çıktıkları,
"haklı savaş/ haksız savaş" ayrımındaki soruna dikkat çektikleri
için.
Vicdani ret beyanında bulunmuş bir kişiyle
ilk kez 1985 yılında karşılaşmıştım. Ege sahillerini gezmekte olan bir Alman
turistti bu. Vergi tahsildarı bir genç adam. Vicdani reddin, yani inançları ya
da yaşam felsefesi dolayısıyla askerlik yapmamanın Almanya'da yasal bir hak
olarak tanındığını, ancak uygulamada bu hakkı kullanmanın hiç kolay olmadığını
anlatmıştı.
Uygulamadaki zorluk, geçilmesi gereken bir
sınavla ilgiliydi. Hâlâ öyle midir bilmiyorum ama o zamanlar bu hakkı
kullanabilmeniz bir sınavı başarmanıza bağlıydı. Sınav bir ruhbilimciler,
toplumbilimciler ve felsefeciler ordusunun karşısında bir yığın ahret sualini
sözlü olarak yanıtlamanız biçimindeydi. Reddinizin gerçekten iyi düşünülmüş bir
dinsel ya da felsefi inançtan mı, yoksa düz bir haylazlıktan mı kaynaklandığını
saptamaya yönelikti bu sınav. Sorular sizin açıklamalarınızdaki bilinç ve
içtenlik düzeyini ölçme anlayışıyla düzenlenmişti. Tek bir soruyu bile yanıtsız
bırakmanız başarısız kalmanıza yetebiliyordu ve zaten başaranlar devede kulak
mertebesindeydi.
Turist vergi memurunun anlattığı sorulardan
birinin konusu, "Sophie'nin Seçimi"ndeki probleme benziyordu:
Siz, anneniz ve kızkardeşiniz, bulunduğunuz
geminin batması sonucu suların içindesiniz. İkisine birden yardımcı olmanıza
olanak yok, yalnızca birine yardım edebilecek durumdasınız, diğeri okyanusun
buzlu ve karanlık sularında kaybolacak. Ne yaparsınız?
Elbette çok zorlanmıştı Alman arkadaş. Fena
halde bocalamıştı. En sonunda bunun, yanıtı olmayan bir soru olduğunu
bildirmişti. Diğer sorular da insana kök söktürüyordu ama onlara yanıt ve
gerekçe bulunabiliyordu. Vergi memuru genç, sınavı başaran ender Almanlardandı.
Türkiye'de ilk retçiyi 1989'da işittik, adı
Tayfun Gönül'dü. Ardından başkaları da çıktı ve Atıl Ulaş'ın dediği gibi hatırı
sayılır ceremeler çektiler, hâlâ çekiyorlar. Vicdani ret bir hak olarak
Yunanistan dışında tüm AB ülkelerinde yasallaşmış. Barış izleği Avrupa
Birliği'nin kurucu ilkelerinden ne de olsa. En azından, hem emperyal olmayan
toplum kesimleri açısından, hem de kâğıt üzerinde öyle. Ama devletler kendi
militarizmlerine bahane bulmanın ustası olmuşlar. Baş bahaneleri ise diğer
devletler ve devlet benzeri örgütler.
Ayrıntılar
için: www.savaskarsitlari.org
&
Barış ve
karikatür[29]
Fransızların
uluslararası kanalı TV5 uzun süredir her pazar Türkiye saatiyle 18.00'de
"Kiosque" adlı bir program yayımlıyor. Gördüğüm en iyi
televizyonculardan biri olan Philippe Dessaint'in yönetiminde, dünyanın çeşitli
yerlerinden beş gazeteci, büyük bir hızla, haftanın başlıca olayları üstüne
kendi ülkelerinde yapılan yorumları konuşuyor. En çok, Faslı, Hindistanlı,
ABD'li, Rusyalı, Almanyalı, Çinli ve İsrailli katılımcıları görüyoruz.
Türkiye'den ise çok ender olarak Ali Sirmen, ama genellikle, keskin beyanları
ve değişmeyen beşuş çehresiyle Mine Kırıkkanat katılıyor.
Kiosque arada bir gazeteci yazarlar yerine
basın çizerlerini konuk ediyor. Son konuklar, "Barıştan Yana
Karikatüristler"den Dilem, Plantu, Kichka, Kroll ve Caro'ydu: Sırasıyla,
Cezayirli, Fransız, İsrailli, Belçikalı, İsviçreli karikatüristler. Bir yandan
konuşup bir yandan çiziyorlardı. Aralarında tek bir kadın (Caro: Caroline Rutz)
olmasından hareketle, tüm dünyada kadın karikatürcü sayısının azlığından söz
ederlerken saydıkları birkaç ad arasında Ramize Erer de vardı.
Ve karikatür ile barışın ilişkisi
konuşulurken, savaş koşullarında karikatüristlerin tavır değiştirip
değiştirmediğine değinildi. Birinci Dünya Savaşı sırasında karikatüristler
genellikle kötü bir sınav vermiş, 1915'te kurulan Canard Enchainé dergisi gibi
pek az istisnayla, resmî düşmana düşmanca davranmak konusunda kraldan çok
kralcı olmuşlar vb. İsrailli karikatürcüyle Filistinli karikatürcünün aynı
masada ortak şeylere gülmeleri ve bir ruh ortaklığı içinde olmaları iyi geliyor
doğrusu insana.
Fikritakip
------------
20
Aralık, "Devlet Cinayetlerine Karşı Uluslararası Eylem Günü". 2008
ilk. Çağrı Yunanistan gençliğinden.
&
Öz...[30]
Germili Kanıt
Gökte akşam yüksekliğine dalmak
tepelerin ürpertisiyle
pencereden aşarak
süzülen ova yeşil koyusu
yoncalığın ora bir kara nokta
karşı dağın yamacı, Karşılar
yemiş bolluğuna boğulmuş idi
arada dereden geçip tırmanıp
bağ bozumunda bahçeler talan
çit çalısı ekmeyi Ermeniler bilirdi
taze bağırsak içinde
bu çitler, bu bahçeler onlardan kalmış idi
Köyün Başı'nda dört konak, Konaklar
bahçesinde mermer havuz
yüz yıl var aşılanmış kayısılar
Mustafa emmi gibi (doğuşunda Digran)
sağlıklı ve saygındılar
Küçük Digran, kaç küçük Digran, boğazlanmaktan
kaçırıldı Türk anneler tarafından
köylüler bilir
gizli erdem, sır, suç ortaklığı
kesildi
büyükler
kan aktı
koca dere
arada dereden
geçilir
Karşılar'ın
bahçeleri, Konaklar'ın evleri
bozulmaz
çitleri, dokunulmaz, saygı
olduğu
gibi eskir
meyveleri
yenir, yazın taze kışın çir
eken
ellere hayır dua edilir
Germili'de
gömülüdür iki halkın dostluğu
taze
bağırsak içinde ekilidir
Gelsin bağ
bozumu, aşılsın çitler
birlikte
ağlanacak kan akan derelere
bir ad
konulacak birlikte ölmelere
eski ve
yeni
haramilere
* * *
Bu şiiri
1984 yılının Ocak ayında yazmıştım. Mamak Cezaevi'nde vahşet düzeyindeki
uygulamalara karşı yaptığımız, kırk gün süren açlık grevinin ileri bir
aşamasında, hayatımın bir film şeridi gibi gözümün önünden geçmesine benzeyen
bir süreç içinde yazdığım inanılmaz miktardaki şiirsel metinlerden biridir.
Ölüm sinyalleri alan organizma beyinde ve bellekte yoğunlaşıyor belki de,
bilmiyorum.
Şimdi
düşününce, bu şiir için bir başka tetikleyici daha buluyorum: Yakalanan bir
Asala mensubunun, Mamak Cezaevi'ne getirilmesi ve onu idamının öncesindeki
günlerde avluya çıkardıklarında uzaktan, kısacık bir süre görmüş olmamız.
Yalçın
Küçük bu şiiri görünce, alıp 1987 yılının Temmuz ayında çıkan Toplumsal
Kurtuluş dergisinin bir sayısında yayımlamıştı. (Evet, bildiğimiz Yalçın
Küçük.)
Şimdi
"Germili Kanıt"ı özellikle "bir ad konulacak birlikte
ölmelere" dizesi için alıntılıyorum; çünkü, imzaya açılan özür metninde
bana en önemli görünen noktalardan biri, 1915 olaylarına ortak bir ad
konabilmesi oldu: Büyük Felaket. İnancım o ki, ortak bir adlandırma,
konuşabilmenin, diyaloğun ve giderek barış dediğimiz şeyin temel taşlarından
biridir. Tutunulabilecek bir daldır bu iki sözcük, düşmanlık düşkünü olmayan
herkes için. Öncesi ve sonrasıyla 1915 gerçekten bir büyük felakettir.
*
Bana
göre, Türkçede "Ermeni dölü" gibi bir küfrün varlığı, büyük bir
felâketin açık işareti olarak, Türkçeyi sahiplenen herkes için yeterli bir özür
nedenidir. Hiçbir koşulda şakaya gelmeyen, açıkça soya sopa dair bir küfür bu.
Türkçedeki diğer ırkçı sözlerin hiçbirinin bu sözle kıyaslanabileceğini
sanmıyorum. "Büyük Felaket" de tıpkı Kürtlük gibi yok sayılmasaydı
böylesine utanç verici bir küfür herhalde dilimizde bu kadar yer bulamazdı.
Hrant Dink'in katline giden akıldışı nefret birikiminin de önüne geçilmiş
olurdu.
*
TBMM
Başkanı Köksal Toptan, özür kampanyası için, "Tek yanlı olarak Türkiye'yi
mahkûm etmeye çalışmak" demiş (22.12.2008 tarihli Radikal). Özür dilemek
işteş bir fiil değildir ki iki yanlısı şart koşulsun: Tek yanlı bir fiildir ve
taşıdığı erdem de esas olarak buradan kaynaklanır. Her tür pazarlıkçı ya da
çıkarcı hesaplaşmayı dışladığı için erdemlidir, tıpkı sevgi gibi.
Özür
metninde Türkiye'ye mahkûmiyet yok, eleştiri var: 'Büyük Felaket'e duyarsız
kalındığı, olup bitenler inkâr edildiği için. Özür bunun için.
*
Bazı
büyükelçiler, özür metnine karşı bildiri yayımladılar ve Asala terörünü
anımsattılar. Asala teröristlerinin "Ermeni kardeşlerimiz"den
olmadığını en iyi bilmesi gerekenler büyükelçilerdir oysa. Özür metni,
"Ermeni kardeşlerimiz" demektedir. Cinayet işleyenler, ırkçılar,
faşistler ve savaş kışkırtıcıları kardeşimiz olamaz. Kökeni ne olursa olsun.
*
Tepkiler, onyıllardır nefret biriktirmiş bir gerilimi
gösteriyor. Belli ki bu gerilimden nasıl
çıkabileceğimizi düşünmeyip yalnızca
nefrete gerekçe bulmayı iş edinmiş olanların zihninde, işittikleri ya da
okudukları her "Ermeni" sözcüğü "soykırım", dolayısıyla
düşmanlık olarak yankılanmaktadır. Buna başta Halaçoğlu olmak üzere bazı
tarihçiler dahil. Dünya Ermenilerinde iyi etki bırakabilecek her davranışı
otomatik olarak kötü bulmayı görev biliyorlar.
*
"Yurttaştan yurttaşa" ilkesi iyi bir ilke. Tıpkı
eğitim kültürümüz gibi, fena halde tek yönlü olan, yani babadan oğula,
devletten yurttaşa, yukarıdan aşağıya işleyen, bu nedenle de feodaller gibi
kasılıp kalmış olan siyasal kültürümüzün çokyönlülük atılımına ihtiyacı var.
Bütün dünyada öyle ama, bazı yerlerde daha fazla öyle.
&
Kürt sorunu: Barışa bir şans
verin[31]
Bu toplantının üst başlığı, "Marksizm
2008". Kürt sorununa bakış ile Marksizmin birleştiği ya da kesiştiği
noktalarda odaklanmak için iyi bir olanak. Emeği geçenlere teşekkür ederiz.
Konuşmacıların adları duyurulurken, benim
adımın yanına Barış Meclisi üyesi olduğum yazılmış. Bu da, benden Barış
Meclisi'nin yerine ve rolüne de değinmem bekleniyor demektir.
Böylece konuşmamın planı ortaya çıkıyor:
Önce, kendi deneyimimle de birleştirerek, son elli kadar yıldır Marksistlerin
Kürt sorunu ile ilişkisine olabildiğince kısa tutarak değinmeye çalışacağım.
Sonra bunun da ışığında Barış Meclisi'nden söz edeceğim.
Bakış
açısının önemi: Kürtler/ Kürt olmayanlar
"Türkiye'de temel çelişki burjuvazi ile
proletarya arasında, baş çelişki ise Türk halkı ile Kürt halkı
arasındadır." Bu tezi ilk kez 1969 yılında, Diyarbakırlı Öngören
kardeşlerden, tiyatro yazarı ve yönetmeni Vasıf Öngören'den duymuş ve epey
şaşırmıştım, çünkü baş çelişkiden kasıt, çözülmesi öncelikli olan, yani kısa
erimde çözülmesi gereken çelişkiydi. Temel çelişki ise yapısal, yani uzlaşmaz
nitelikte ve uzun erimli olan çelişkilere verilen addı.
Bu anlayış, 1961 yılında kurulmuş olan,
benim de üyesi olduğum Türkiye İşçi Partisi'nin (İP değil, TİP) anlayışına
taban tabana zıttı. TİP, çok büyük ölçüde Sovyetlerin sosyalizm deneyiminin
etkisinde olduğundan, "ulusal sorun"u devrimin çözeceği fikrindeydi
ve o zamanki siyasal ortamın elverdiği ölçüde bu yönde hazırlık çabası gösteriyordu.
Bu uzun erimli hazırlık perspektifi Kürt
arkadaşların ve Kürt halkının beklentilerine tam olarak karşılık vermemiş olmalı
ki, o zamana kadar TİP ve Fikir Kulüpleri içinde yer almış olan arkadaşlar 1969
yılında DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) içinde ayrı olarak örgütlenmeye
başladılar. Başlıca konu başlıkları, kabaca, çelişkiler meselesi, ulusal sorun
ve örgütlenme sorunu etrafında toplanıyordu.
Bu tartışmalar 1970'li yıllarda ve daha
sonra da devam etti.
Bugün dönüp o yılların deneyimine
baktığımızda çıkarılabilecek olan derslerden en önemlileri şunlar gibi
görünüyor bana:
1) Çelişkileri dışlaştırıyorduk;
2) Gerçekliğin yalnızca bir boyutunu, sınıf
boyutunu öne çıkarıyorduk. Bu bir indirgemeydi. Diğer boyutlarla fazla
ilgilenenleri, burjuvazinin ekmeğine yağ sürmekle suçluyorduk.
O vakit bu vakit, bu bakış açısını kendini
Marksist sayan kesimler ne kadar aşabildi, sormaya değer. Özellikle çelişkiler
konusunda.
Çelişkileri dışlaştırmaktan kastım, kendi
içimizde çelişki görmek istemeyişimiz, gördüğümüz anda ise onu aşmak
(aufhebung) yerine yok saymayı seçmemizdir. Oysa Marksizmin bir varlık
felsefesi varsa, o da çelişkinin heryerdeliğidir, 'biz hariç her yerde' değil.
Siz kendi iç çelişkilerinizi saptayıp aşmadığınızda, onlara uzlaşmaz çelişki
muamelesi yaptığınızda, örgütünüz bölünüyor, "biz"iniz küçülüyor.
İndirgeme sonucu dışladığınız boyutlar ise,
somut durumun birer bileşeni olarak kendisini dayatıyor.
1960'lardaki somut durum, Kürt arkadaşları
bir kez daha ayrı örgütlenmeye itmişti. Kürtlerin Kürt olmaya ihtiyaçları vardı
çünkü; bu onların kültürel yaşamlarında, sınıf meselesinin arkasına sığmayacak
kadar birikip olgunlaşmış, ivedilik kazanmış bir sorundu. Tıpkı cinsiyetçilik
ve inanç gibi, sınıfları kesen diğer bireysel ve toplumsal boyutlar gibi, özgün
bir biçimde ele alınmayı hak ediyordu. Cumhuriyet boyunca yok sayılıp en ağır
baskılara tâbi tutulmuş ve defalarca isyan etmiş bir halktı söz konusu olan.
Cumhuriyet devrimi, bütün modern devrimler
gibi halka barış vaadinde bulundu. Lenin'in "Ekmek, barış, özgürlük"
demesi gibi, Mustafa Kemal de "Yurtta sulh cihanda sulh" diyordu.
Bence dünya siyaset tarihinin en güzel sözlerinden biridir.
Ne var ki barış kavramının bir de "asayiş berkemal" anlamı var ki,
cumhuriyetin "Yurtta sulh" ilkesi hızla buna dönüştü ve hâlâ da resmî
makamlarca bu çerçevede anlaşılıyor. Sulh, sükûn.
Dar anlamıyla barış ve bu açıdan
bakıldığında Kürt sorunu.
.......
Geniş anlamıyla barış: Barış kültürü ve Kürt
sorunu.
.......
&
Ayıp[32]
TRT1,
24.12.2008'de yayımlanan “Şahların Labirenti” programında Maraş katliamının bir
numaralı sanığı Ökkeş Kenger'i (Şendiller) konuşturmuş. Ökkeş Kenger o
programda katliamın suçunu Hrant Dink ve
arkadaşlarına yüklemeye yeltenmiş.
Tepkiler üzerine olmalı, programın internet
sitesinden sessiz sedasız kaldırılmış o bölüm. Yetkililer açığa çıkan her
ırkçılıklarını sessizce geçiştirmeye fazla alıştılar. Yurttaşlara açıklama
borçlu olduklarını, böyle durumlarda sessiz kalmak diye bir hakları
bulunmadığını fazla unuttular. Yanlışı kabul etmenin katkılarından ne
kendilerini yoksun bırakmaya hakları var ayrıca, ne de kurumlarını. Açıklama ve
özür bekliyoruz.
---
İran
Azerbaycanlısı, kadın hakları savunucusu gazeteci Şehnaz Gulami'nin Tebriz'de
yeniden tutuklandığı, kimseyle görüştürülmediği ve açlık grevine başladığı
haberi, Radikal ve Birgün dışındaki gazetelerde yer bulamadı. Şehnaz Gulami,
hepsi düşünce suçundan olmak üzere daha önce de birkaç kez tutuklanmış. Eşini
yitirmiş olan Gulami'nin cezaevinde en kötü koşullarda tutulduğu ve 9 yaşındaki
kızı Aynaz Hüsna'nın, hasta babaannesiyle kaldığı bildiriliyor.
İran
yetkililerine ve Ahmedinecad'a çeşitli vesilelerle epey mektup gittiğini
biliyorum. Bu vesileyle de gidiyor. İran'da kadın düşmanlığında azalma yok.
*
Barış
Hepimiz
yine Filistinliyiz. İsrail, gücün esiri olmuş, Gazze halkını bire kadar kırmak
istercesine saldırıyor. Gazze'de çocuklar öldürülüyor, kadınlar ortalıkta yok,
evlerde çocuk doğurmaktalar, savaşa yeni kurban yetiştirmek için.
Kimin
bu korkunç horozlanma kültürü? Erkekliğin, fetihçiliğin. Kimin bu kanlı bayram?
Silahçıların, azgınlaşmış kârların.
Saldırganlara
her yerden lanet yağıyor. Acilen ateşkes istiyoruz. Filistin ile İsrail,
kesintisiz konuşmalara başlasın. Tanısınlar artık resmen birbirlerini, tanımak
amacıyla konuşmaya başlasınlar. İsrail işgal ettiği yerlerden çekilsin. İşgal
dışı sınırlarıyla İsrail'i İran dahil tüm devletler tanısın.
Ve kimse "Kahrolsun İsrail" diye
bağırmasın: Orada da barışçılar, barış için çalışanlar, ayrıca ülkenin yurttaşı
olan Filistinliler var. Kahrolsun saldırganlar, diye bağıralım. Kan davası
istemiyoruz! Barış istiyoruz! İki tarafta da barışçıları destekliyoruz.
&
Kürt Dili ve Edebiyatı
bölümleri meselesi[33]
1- bildiğiniz gibi ankara ve
istanbul üniversitelerinde kürt dili ve edebiyatı bölümlerinin açılması
gündemde ve bir takım adımlar atıldı bu konuda... dil bölümünün açılabilmesi
için harhangi bir zemin
hazırlanmadan ve bu konuda
kapsamlı bir çalışma yapılmadan bölümlerin açıması kararı alındı..eğitmen yok,
bir arge çalışması yok yeterli miktarda materyal yok, kısacası kürt dili
bölümlerinin açılması için olmazsa olmaz zemin şu an itibariyle söz konusu
değil ancak bölümler
açılacak. bu kararı ve
doğuracağı sonuçlar hakkında neler söyleyebilirsiniz?
-- 2 Ocak 2009 tarihli Radikal gazetesindeki
habere göre, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, "meseleye bilimsel olarak
yaklaşıyoruz" demiş. Böylelikle, Kürtçeyle ilgili resmi politikaların
şimdiye kadar bilim dışı kalmış olduğu, dolaylı yoldan kabul edilmiş oldu. Bu
bir yeniliktir ve demokratik mücadelenin bir başarısıdır.
Ancak, bu kabulün hemen ardından, ikinci bir
bilim dışı döneme gireceğimizin işaretleri de veriliyor. Şöyle:
YÖK Başkanı, aynı konuşmasında, önce
akademik düzeyde Kürtçe bilen insanlar yetiştirmeyi planladıklarını, bu amaçla
da, Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde olup Kürtçeyi çok iyi konuşanlardan
yararlanmak istediklerini söylüyor. Başkan, TV'de izlediğim bir haberde de,
Paris Kürt Enstitüsü'nden söz ediyor, böyle bir şey gerçekten varsa onlarla da
temas edilebilir diyor. YÖK Başkanı'nın bu sözünde iki sorun var, ikisi de
tipik:
Birincisi, söylem sorunu. "Böyle bir
şey gerçekten varsa" diyerek, muhataplarına güvenmediğini ortaya koyuyor.
Ben kişisel tanıklıklarımdan, Kürtçeyle ilgili olarak da, bilimsel sıfat
taşıyan kişilerin bile "böyle bir dil varsa" diye konuştuklarını
biliyorum. Eğer böyle bir dil, böyle enstitüler yok ise, bu yokluk konusunda,
imalarda bulunmak yerine bilimsel inandırıcılık taşıyan yayınlar yapılmalı
değil midir? Dil değilse lehçe, lehçe değilse ağız olduğu, bilimsel çalışmalar
yoluyla ortaya konulmalı değil midir? Böyle çalışmalar yapılmadı. Dolayısıyla,
bu kuşkuculuk bilimsel kuşkuculuk değil, inkâr politikasından kopamamanın
işaretidir.
YÖK Başkanı'nın tavrındaki ikinci sorun,
İstanbul Kürt Enstitüsü'nün çalışmalarından, mücadelesinden, yayınlarından,
dilbilgisi kitaplarından, Zana Farqînî'nin sözlüklerinden, Diyarbakır'daki Lîs
Yayınevi'nin çevirilerinden, Mehmed Uzun ve diğer modern Kürt edebiyatçılarından,
Feqiye Teheran'dan vb. hiç söz etmiyor olmasıdır. Kürt kültürü konusunda,
sıfıra sıfır elde var sıfırmış gibi konuşuluyor. Bu durum ikinci bir bilim dışı
döneme gireceğimizin işareti olabilir.
Umarım nesnel davranılır ve verili Kürt
kültürünün hiçbir bileşeni için dışlayıcı olmamaya dikkat edilir, Zaza dili ve
kültürü dahil.
2- daha önce kürtçe eğeitim
öğretim istedikleri için yüzlerce öğrenci ceza aldı, okuldan atıldı ya da
mahkemelere verildi, ancak şu anda devlet bu dil için bölümler açıyor. bunu
nasıl okumak lazım.
-- Devletler hatalarını giderecek adımlar atmak
zorunda kaldıkları zaman bunu olabildiğince sessiz sedasız yapmaya, kendilerini
hatasız ya da ufak tefek hatalar yapan bir kurum olarak göstermeye yaşamsal bir
önem veriyorlar. Kendi yurttaşlarını yüz verilirse şımarıp daha fazlasını
isteyecek çocuklar gibi görüyorlar, tıpkı feodal babalar gibi.
3- kürtçeye ilişkin yasalarda ve
devletin resmi uygulamalarında gerekli düzenlemeler yok, kürtçe hala
'bilinmeyen bir dil' olarak tutanaklara geçiriliyor. anayasal bir düzenleme
yapılmadan fiiliyatta
böyle bir adımın atılıyor olması
ne kadar sağlıklı ne kadar uzun süreli olur?
-- Yasalarda ve Anayasa'da gerekli
düzenlemelerin yapılması, Kürtlerin yitirdiği güven duygusunu sağlayabilmek
için vazgeçilmezdir. Hukuk devleti olmanın da bir gereğidir. Bunun yanı sıra,
belki yasalardan da önemli olarak, inkâr zihniyetinin değişmesi gerekiyor.
Gerçek bir barış istiyorsak, Türkçe ders kitaplarında Kürt kültüründen söz
edilmesi bana en az diğer açılımlar kadar gerekli görünüyor, çocuklarımızın
birbirini tanıması, bilmesi ve bilerek sevebilmesi için.
Kürt sorununda açılımdan çok, bir atılım
gerekiyor. Hükümetin amacı partisine iki ay sonraki seçimlerde oy kazandırmak
değil de gerçek bir atılım ise, tüm kesimlerin katılımıyla sorunun bütün
boyutlarını kapsayan bir demokratikleşme paketi hazırlanıp uygulanmalıdır.
4- bilindiği üzere türkiye'de şu
an kürtçe eğitim söz konusu değil ve bu açılacak bölümler dışında da bu konuda bir çalışma yok. yani ilkokul
ve liselerde böyle bir eğitim öğretim yok ancak üniversitede
bölüm açılıyor. bunu duvarlarını
örmeden çatı kurmaya çalışmaya benzetenler de var. alttan gitmesi gerekirken,
yukarıdan yani en son eğitim noktasında aşağı geliş var. siz neler
düşünüyorsunuz. yapılan bu anlamda doğru bir tercih midir?
-- Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri ile Kürtçe
eğitim birbirini tamamlaması gereken öğeler. Duvarların örülebilmesi için duvar
örecek usta gerek! İşin iki yönü var: Sözgelimi, Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih Coğrafya Fakültesi'nde çok uzun süredir Çin Dili ve Edebiyatı, Rus Dili
ve Edebiyatı gibi bölümler vardır ama bu diller eğitimin diğer aşamalarında
yoktur, olması da gerekmez, çünkü ülkemizde bu dilleri anadili olarak konuşan topluluklar
bulunmamaktadır.
Kürtçe için ise durum farklı. Kürt Dili ve
Edebiyatı bölümleri, dilin ve edebiyatın incelikleriyle uğraşmanın yanı sıra,
öğretmen de yetiştirir.
Eğitim açısından, bu bölümlerin bir
başlarına yeterli olmayacağı açıktır. Anadilinde eğitim, insanlar talep ettiği
ölçüde vazgeçilmez bir toplumsal işlevdir. Bunun için Bulgaristan ve Yunanistan
Türklerinin durumuna bakmak yeter. Oralardaki Türkler, ne zaman okulları açık,
yayınları özgür, milletvekilleri rahat olursa o zaman mutlu olduklarını
açıklıyorlar. Son derece haklılar. Bütün ülkelerdeki kültürel durum böyle. Aynı
durum Kürtler için de geçerli. Anadilinde eğitim isteyen insanlara eziyet etmek
ya da kovuşturmayla cevap vermek düpedüz zulümdür. Bunun yerine, yurttaşların
eğitim tercihleri tam bir özgürlük içinde araştırılıp eğitimin ona göre düzenlenmesi
gerekir. Açılacak ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretim kurumlarının sayısı
ve niteliği, taleplere ve ihtiyaçlara göre saptanır. Bana göre bu okullarda iki
ve üç dilli eğitim esas olabilir.
5- trt 6'dan sonra bu bölümler
de hemen seçim öncesine denk getirildi ve bir alelacelelik söz konusu. bu da
bir seçim yatırımı mıdır acaba?
-- Yukarıda belirttiğim gibi, böyle bir olasılık
var, çünkü kapsamlı ve kapsayıcı bir paket yerine cılız ve kısmi bir girişimle
karşı karşıyayız. DTP, İstanbul Kürt Enstitüsü gibi çevrelerin dışlanması, bir
seçim rekabeti manzarası çiziyor. Oysa dil alanı bu darlıkta bir politikacılığı
kaldırmaz.
6- bir dilin üniversitelerde
okutulabilmesi için bilimsel anlamda uygulanması gereken yöntem ve izlenmesi
gereken yol nedir?
-- Benim bu konuda yapılmış bir çalışmam yok.
Dilin okutulmasından ne kastettiğinize bağlı. Şu kadarını söyleyebilirim: Gerek
eğitim dili konusunda, gerekse filoloji konusunda, Türkologlardan çok,
uzmanlaşmış dilbilimcilerin, eğitbilimcilerin ve edebiyatçıların yetkili olması
gerekir. Türkologların tecrübesi önemlidir, ama daha çok kendi alanıyla
sınırlıdır.
Son bir nokta: Zana Farqînî gibi hatırı
sayılır yoğunlukta çalışmaları olan dilcilerin, resmî doktoraları olmasa bile
öğretim görevlisi olabilecekleri unutulmamalı. Kaldı ki günümüz dünyasında
akademik kuruluşlarda "yayın yoluyla doktora" adı verilen bir işleyiş
de var. Gerek Avrupa'da gerekse ülke içinde yaşayıp çalışan bu insanların çalışmalarından
ve birikimlerinden yararlanmamak, yaptıkları işi onurlandırmamak, büyük bir
haksızlık ve dar politikacılık olur.
&
Vicdani retçiler[34]
Farklı
siyasal eğilimlerden Yahudi ve Arap kadınların savaş karşıtı ortak bildirileri
yayımlanıyor. “Siyahlı Kadınlar” ve çok sayıda İsrailli barış yanlısı kadın
Filistin halkının yanında. Bence gerçek bir barış için umut varsa ancak bu
sayede var: İhanetle suçlanmak pahasına verilen mücadeleler sayesinde.
Bu arada "şministim"ler, İsrailli
vicdani retçiler; orduya katılmayı ve şiddet kullanmayı reddeden, işgale karşı
çıkmayı sorumluluk sayan İsrailli gençler. Ailelerinden, çevrelerinden ve
devletten gelen tahmin edilebilecek baskılara karşı direndikleri için cezaevine
atılmışlar. Seslerinin duyurulmasını İsrail barışçılarına borçluyuz. İsrail
Savunma Bakanlığı'na yüzbinlerce kart gönderilip yalnız olmadığımız belirtilse
gibi dileklerde bulunuyorlar. Özellikle de bugünlerde katılınmayacak gibi değil
"şministim"lerin bu dilekleri. 18 Aralık'ta on binlerce mektup gitmiş
zaten... Ek bilgi ve imza kampanyası için:
&
Kitap[35]
Kürt Sorununda Çözüm Önerileri, haz. Hakan Tahmaz, Kalkedon
Yay., Ocak 2009.
Hakan
Tahmaz, Kürt sorunuyla yakından ilgilenen, barış aktivisti bir yazar. Daha
önce, Şemdinli'den Ankara'ya Kürt
Sorunu adlı çalışması yayımlanmıştı. Kürt Sorununda Çözüm Önerileri’nde, 2008 odaklı bir güncel
durum değerlendirmesi diyebileceğimiz Önsöz'ün ardından, Adalet Ağaoğlu'ndan
Hatip Dicle'ye, Tayfun Mater'den Yıldız Ramazanoğlu'na kadar birbirinden farklı
kesimlere mensup bir dizi barış yanlısı ve aktivistiyle yaptığı söyleşileri
sunuyor Tahmaz. Çoğumuzun aklından geçen soruları soruyor.
Bir küçük eleştiri: Bir yayıncılık ilkesi
olarak, bu tür gün gün değişen gerçekliklerle ilgili çalışmalarda, her
konuşmanın tarihi ve varsa daha önce yayımlandığı yer belirtilmeli bence;
süreci gerçekliğe en yakın biçimde vermek ve tarihçilerin işini kolaylaştırmak
için.
&
Barış[36]
Türkiye
Barış Meclisi bu pazar, "Botaş Kuyuları Açılsın 'Faili Mechul'ler
Bulunsun" sloganıyla, tek pankartlı bir kitlesel oturma eylemi düzenliyor.
Tarih:
22 Şubat 2009 Pazar
Saat:
12.30
Yer:
İstanbul Taksim Gezi Parkı.
*
Ve
"Cumartesi İnsanları" her cumartesi saat 12.00'de Galatasaray
Lisesi'nin önünde kayıplarının bulunmasını talep etmeye devam ediyor. Bu hafta
204. kez.
&
Ayıp[37]
Akif
Beki'nin 22 Şubat yazısında:
Diyarbakırlı
çocuklardan bol bol söz ediliyor, duygu gösterilerinde bulunuluyor, dil ve eğitim
sorunlarından çıt yok. Evrensel hukuk ilkeleri çiğnenerek büyüklerle aynı
koşullarda aynı hükümlere göre yargılanan, hapisteki çocuklardan da tek söz
yok. Faili meçhuller mi, o da ne? Yazı boyunca hınk, hınk ve hınk.
Ve
Ahmed Arif, "Ahmet Arif"e çevrilmiş. Hem de iki kez.
Her
cümlesi bir paragraf değerindeymiş gibi yazıldığından, mısır patlağı izlenimi
uyandıran yazılar.
&
Sahici değişim[38]
Kürt
sorununda AKP'nin ve herhalde devletin bütününün tek taraflı biçimlendirme
anlayışı sonucu, bir türlü çözüm yoluna girilemiyor. Bu tek taraflı
biçimlendirmenin adı, Kürtleri AKP'ye yamama politikasıdır.
Başbakan Erdoğan, fethe çıkmış komutan
diliyle "İzmir'i alacağız, Diyarbakır'ı alacağız" gibi sözler
sarfetmek yerine yurttaşlara somut demokratik önlemlerden söz etse, TRT 6'nın
açılışıyla aynı zamanda, başta Kürdoloji bölümü olmak üzere anadili, eğitim ve
diğer kültür sorunlarıyla ilgili yasal, anayasal ve kültürel düzlemde
kaçınılmaz olan tüm değişiklikleri yapsa ya da yapacağına ilişkin inandırıcı bir
program ortaya koysa ve en önemlisi, bütün bunları tek taraflı değil, ilgili
tüm kesimlerle diyalog içinde davranarak yapsa... O zaman bir çözüm yoluna
girilmiş olurdu ve devlet de kendi mantığı içinde asgari tarihsel sorumluluğunu
yerine getirmiş sayılırdı.
Bu, hükümet ve devlet yönünden böyle.
Kürt sorunuyla ilgilenen, ben dahil diğer
yurttaşlar için ise, çözüm sürecine dahil olmak konusunda bundan on on beş yıl
öncesine göre epey yol almış olsak da hâlâ bazı düğüm noktaları var. Bunların
başlıcası, demokratik bir gelişmeden yana olanların yeterince birlikte
davranamayışı ve bazı ketlenmelerdir sanıyorum.
Barış Meclisi'nden Seydi Fırat'ın, 28 Şubat
tarihli BirGün gazetesinde yayımlanan "Gerçek değişim" başlıklı
yazısında bu ketlenmelerden birine değiniliyor. Seydi Fırat, Türkiye'den giden
100 kişilik bir grubun 15 Şubat'ta "Irak Kürdistanı Federal
Yönetimi"nde yaptığı toplantıda katılımcıların çoktan resmiyet kazanmış
olan bu "Kürdistan"lı adı kullanmakta zorlandıklarını yazıyor ve
eleştiriler üzerine kullanmaya çalışanların da, "duygu ve düşünce
yapılarında sarsılma" ortaya çıktığını söylüyor.
Kürt sözcüğünü ilk kez yedi yaşımdayken
duymuştum. Okul dönüşü, annemin arkadaşlarıyla komşularını her zamanki gibi
çocuklarına sahip çıkmak üzere evlere dağılmak yerine odaya tıkılmış hep bir
ağızdan heyecan ve üzüntüyle konuşurken bulmuştum. "Mahrumiyet
bölgesi", "Kürt" ve "Kürdistan" sözleri havada
uçuşuyordu. Haber yeni gelmişti: Küçük bir devlet memuru olan babam, "şark
hizmeti" için Çemişgezek'in bir bucağına atanmıştı. "Mahrumiyet Bölgesi"nde
beş yıl kalacaktık.
İnsanların
kendi aralarında, bir durumun gerçekliğini dile getirme gerekliliği içinde
başvurdukları adlandırmalardandı "Kürdistan". Halkın gayriresmî
dilinde, özellikle de bölgenin çetin karanlığı kastedilmek istendiğinde,
doğunun adı "Kürdistan"dı.
Bizim gittiğimiz Germili bucağının kendisi
ve köylerinin çoğu Kürt değildi. İki ya da üç uzak dağ köyü vardı Kürt olan.
Bir de yaz mevsiminde, sarışın çocuklarıyla gelip geçen ve olağanüstü nefasette
peynirler satan göçebe Şavak Kürtleri vardı. Germili'de, yine insanların kendi
aralarında, bir durumun gerçekliğini dile getirme gerekliliği içinde, elbette
çok seyrek olarak kullandıkları "Dersim isyanı" ve "Ermeni
katliamı" sözlerini duyacaktım (bkz. "Bir Ucundan Herkes"
başlıklı yazım, Ocak 2005 tarihli Virgül dergisi)...
Seydi Fırat, çok haklı olarak, sözünü ettiği
sarsılmayı, "Tekçilik politikasının Türkiye'nin toplumsal ve sosyal
kesimleri üzerinde yarattığı ağır tahribat"a bağlıyor. Ama bence bunun
yanında, demokrat çevrelerde yeterince dile getirilmeyen, bu nedenle de bilinç
düzeyinde geliştirilmeden kalan bir olgu daha var sarsılma nedeni olarak:
Savaşmış olanların durumu.
TRT 6'da gülüp oynamak iyi güzel. Ama ya
yakınlarını savaşta yitirenlerin ve gerek bedenleriyle gerekse ruhlarıyla
yaralanmış olanların trajik acıları? Onların konuşulması, açıklanması
gerekmiyor mu? Konuşulmadığı sürece, demagojik istismar, dolayısıyla kışkırtma
konusu edilmeye elverir düğümler olarak kalmıyor mu bu olgular?
Kendimizi Kürtlerin yerine koymayı öğrenmeye
başladık. Ama silahlı mücadeleyle terör eylemlerinin sonucu olarak
fiziksel/ruhsal sağlığını yitirenlerin ve onların yakınlarının yerine koymayı
öğrenmeye başladığımız pek söylenemez. Onların Kürt düşmanı olmadıklarını,
sonuçta tıpkı Kürtler gibi onların da yanlış politikaların kurbanı olduğunu
biliyoruz. Bu çatışmada çok fazla "kirli savaş"çı çıktı. Kirli
savaşçıların ceza görmesi gerektiğini herkes kabul edecektir. Onların dışındaki
herkesin az ya da çok "zamanın ruhu" ya da "çağın bilinci"
denen şeye göre davrandığı düşünülebilir. Abdullah Öcalan İmralı'daki
duruşmalar sırasında herhalde boşuna özür dilememişti. Çatışmanın birincil
sorumlusu devletin, ikincil sorumlusu özgürlük mücadelesinin yanlış
politikalarıdır.
Üçüncü sorumlu ise bizleriz, hepimiz: Bu
toplumun tüm mensupları.
İşimizin çok zor olduğu doğru, hâlâ akla
karayı seçiyoruz ve bu arada her şeyi hâlâ çok fazla siyah-beyaz görüyoruz.
&
Leyla Zana niçin özgür olmalı?[39]
Diyarbakır
Ağır Ceza Mahkemesi eski Milletvekili Leyla Zana için yeniden on yıl ağır hapis
cezası isteyince “Leyla Zana’ya özgürlük” kampanyası başlatıldı. Kampanya
çağrıcılarının 16 Mart 2009 Pazartesi günü İstanbul'da düzenlediği basın
toplantısı anaakım medyadan ilgi görmedi. Belki aynı gün, yığınla yabancı
devlet yöneticisi su forumu için şehirde bulunduğu, ayrıca 16 Mart ve Halepçe
kıyımlarının yıldönümü olduğu içindir. Oysa Zana'nın yazgısı da hepimizi
ilgilendiriyor.
Basın toplantısına katılan kampanya
çağrıcıları arasında ünlü avukatlar var. Onların söyledikleri, Leyla Zana'nın
durumunun bizim toplumumuzda demokrasi için bir tür turnusol kâğıdı olduğunu
gösteriyor. Avukat Eren Keskin'e katılıyorum: Leyla Zana gibi farklı görüşleri
olabilen kişilerin yargılanmadığı bir Türkiye istiyoruz dedi Keskin; Kürt
sorununun çözümü ve demokratikleşme açısından, kimsenin görüşlerinden ötürü
hapiste olmaması gerekiyor.
Avukat Ergin Cinmen, düşünce özgürlüğü hem
kişisel gelişimde hem de toplumsal gelişimde olmazsa olmaz koşullardandır ve
toplumsal gelişmenin asal şartıdır, söz konusu düşünce, diğerlerimiz açısından
ne kadar rahatsız edici olursa olsun, dedi: AİHM'nin temel kabul ettiği ilke
budur. Hükümet AİHM içtihatlarını da göz önünde bulundurarak düşünce
özgürlüğünün önündeki yasa engellerini bütünüyle kaldırmalıdır.
Yazar Erol Özkoray, düşünce özgürlüğü yoksa,
demokrasi de yok demektir, dedi: Yargıçların bir bölümü Anayasa'daki 26.
maddeye dayanarak beraat kararı veriyor, 90. madde ise uygulanmadan kalıyor.
90. madde, altına imza atılmış uluslararası anlaşmalar ile aynı konudaki
yasalar birbiriyle çeliştiğinde, anlaşmanın üstün tutulacağı ilkesini
vazetmektedir. Uygulanması gereken hüküm budur ve Leyla Zana davası böyle çözülebilir.
Yargılanacak bir söz aranıyorsa, şu ünlü
"Ya sev ya terk et" sözü yargılanmalıdır, çünkü bu söz, ırkçılığın
simgesi durumuna gelmiş olan Hitler'e aittir ve her kullanıldığında,
yürürlükteki yasalar bile ihlal edilmektedir.
Son olarak söz alan avukat Ayşe Batumlu da,
yasalardan çok, uygulamanın önemli olduğunu belirtti: Düşünce özgürlüğünün
kırmızı çizgileri olamaz...
Bu
veciz basın toplantısında söylenenlere bütünüyle katılıyorum. Kampanyanın
çağrısı şöyle:
"LEYLA ZANA’YA BİR İMZA VER!
Leyla Zana, Kürt ve kadın
olmanın her türlü zorluğunu yaşamış bir insan.
Çok genç yaşta evlendi, çocuk
sahibi oldu. Yine çok genç yaşta iken eşi cezaevine girdi, yıllarca cezaevi
kapılarında bekledi.
Aktif politikaya girdi. Mecliste
halkının sözcüsü olmak istedi. Ancak Kürt sorununa yönelik çözümsüzlük
politikaları sonucu cezaevine girdi. 15 yıl ceza aldı. Cezaevindeyken
hastalandı. Tahliye olmasına imkân sağlayan Adli Tıp raporunun varlığına rağmen
tahliye olmak istemedi.
Cezaevinden çıktı, yıllarca ayrı
kaldığı çocuklarına kavuştu. Bir yandan da fikirlerini toplumla paylaşmaya
devam etti. Ancak şiddet yanlıları bir kez daha Leyla Zana'ya tahammül
edemediler.
Leyla'ya yaptığı konuşmalar
nedeniyle 10 yıl hapis cezası daha verildi. Dosyası Yargıtay'da.
Bu kez izin vermeyelim! Çünkü
Leyla Zana ve onun gibi sistemden farklı olan, düşüncelerini dile getiren diğer
insanlar hapishanede oldukça, bizler de özgür olamayacağız.
Bu metne imza vererek Yargıtay'ı
Leyla Zana'ya ilişkin vermiş kararı bozmaya, TBMM milletvekillerini de,
'düşünceyi ifade' önündeki her türlü yasal engelli kaldırmaya davet edelim."
Leyla Zana niçin özgür olmalı sorusuyla
yakından ilgili bir kitabı da anmalıyım:
Faruk Bildirici,
"Yemin Gecesi: Leyla Zana'nın Yaşamöyküsü", Doğan Kitap, Şubat 2008.
İlk
çocuğunu on beş yaşındayken doğuran bu genç kadının "film gibi"
hayatı ile Kürt sorununu iç içe anlatan, iyi ayrıntılandırılmış, başvuru
kaynağı niteliğini kazanmış bir çalışma.
&
İkincil bir
itiraz[40]
Baskın
Oran Radikal 2'de son derece canlı bir dille güncel konuları düşünen yazılar
yazıyor. Bunlardan sonuncusuna ikincil düzeyde olmak üzere bazı itirazlarım
var.
Kısa yani gazete boyu yazıların tehlikesi
biliniyor. Yazar olarak her başlığı açamazsınız, bazen anlam farklılığına bile
yol açacak kadar kırpmış olursunuz yazınızı. Okur olarak da bunu sezeriz, çoğu
zaman yazılarda içimize sinmeyen noktaları dert edinmeyiz, önemli olan, yazının
asıl meselesine ilişkin olandır. Ancak bazen epey bir tartı işi çıkar, üzerinde
durmadan edemeyiz. Baskın Oran'ın son yazısıyla da böyle oldu, sonuçta,
özellikle yazının bitiş paragrafına dair söz almadan geçemedim. Paragraf şöyle:
"AKP kendi
derin devletini kuruyormuş. Nasıl olacak hiç anlayamadım ama, en kötüsünden
farz et ki doğru. Kağnıyı öküzlerin önüne koymayalım. Her şey sırayla. Elinde
silahla 20. yüzyıl başı usüllerini 21. yüzyıla dikte etmeye kalkan Derin
Devlet'in defterini dürmekteyiz; 7. yüzyıl usulleriyle 21. yüzyılı etkileyebileceğini
sanan silahsızlar çıkarsa onların mı defterini düremeyeceğiz?" (29 Mart 2009)
Burada bana sorunlu görünen noktaların
içinde yüzyıl hesabına dayalı düzçizgisel ilerlemecilik de var. Belki onun
etkisiyledir, dolaysız politikaya ilişkin önerisinde "silahsızlar"
sıfatını kullanıyor Baskın Oran.
Ben böyle bir sınıflandırmanın, içinde
bulunduğumuz uğrakta işe yarayabileceğini hiç sanmıyorum. Yasalar tarafından
silahlandırılan, Türk Silahlı Kuvvetleri başta olmak üzere, polisler, korucular
vb. epey "silahlı" güç var ve tümü de kutuplaşmanın arttığı
dönemlerde demokratik devlet ilkesinden çok, kutuplardan birine taraf olmaya
tehlikeli ölçülerde yatkın görünüyor. Tarihsel SA-SS örnekleri yeterince
anıldı. Buralarda da, "Kahrolsun insan hakları" diye bağırılan
kitlesel polis gösterilerinin, tabancalarını namlusundan tutup kaldırmış
yürüyen öfkeli polislerin, Susurlukların, köyleri cehenneme çeviren korucuların
vb. vb. olabildiğini gördük. Darbe deneyimlerimizin ve Ergenekon'un yanında
lafı mı olur, denebilir belki. Ama hepsi iç içe bu oluşumların ve ben tablonun
bir köşesine "silahsız" denince şaşırıyorum. Bizden başka, yani
gerçek sivillerden (devletin ve devlet benzerlerinin dışında yer alan
yurttaşlardan) başkasını "silahsız" diye nitelemek iyi bir yorum
değil.
*
Fikritakip
Savcılar ölüm kuyularıyla ilgilenmeye
başladılar ama, erişkin hukukuna göre yargılanıp hapsedilen çocukları görmeye
başlayamadılar.
Herhalde Meclis'te de gündeme getirilmiştir;
çok sayıda kişi bir çağrı imzaladı ve çağrı 5 Mart Perşembe günü bir basın
toplantısıyla duyuruldu:
"Diyarbakır,
Adana, Gaziantep, Şırnak, Van, Mersin ve diğer illerde yaşları 12 ile 18
arasında değişen, çoğu ilköğretim öğrencisi yaklaşık 500 çocuk sokak
protestolarına katıldıkları, polise taş attıkları vb gerekçelerle tutuklu
bulunuyorlar. Hapishanelerde aylardır adalet istiyor ve ailelerine, evlerine,
okullarına dönmeyi bekliyorlar.
"Bu
cocuklar Türkiye’nin de onaylamış olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları
Sözleşmesi’ne aykırı olarak 'yetişkin gibi' yargılanıyor ve hapis yatıyorlar.
"Haklarında
istenen hapis cezaları dünyada yaşadıkları günlerin iki katı kadar!"
Yapılması
gereken, taş attılar gerekçesiyle toplanıp cezaevinde tutulan tüm çocukları
salıvermek ve evrensel çocuk haklarının gerektirdiği tüm yasal düzenlemeleri
hemen gerçekleştirmek. Çocukların cezaevinde tutulmalarından doğabilecek zarar
hiçbir ölçüye gelmeyecek türden.
Gelgelelim, yeterli yankı bulamadı bu çağrı.
Acaba neden? Aşağıdaki zihniyet öğelerinden hangisi geçerli?
1)
Bizim ülkemizde zaten çocuğun sürüsüne bereket, halkta çocuğun bini bir para.
2)
Çocuk dediğin bir şeyden anlamaz, özel bir incelik filan gerektirmez.
3)
Seçimler var, bir de bunlarla mı uğraşağız?
4)
Filistin intifadasındaki gibi burada da çocukların yer edinip dünya kamuoyunda
etkili olmaması için şimdiden caydırıcı olmak gerek.
Bu maddelerin tümünün geçerli olmadığını kim
ileri sürebilir? Adını koyalım: Yeni bir "inkâr ve imha"
politikasıyla karşı karşıyayız. Bu kez inkâr ve imha edilen, çocukluk olmak
üzere.
İletişim
için:
*
Erzurum
H tipi Cezaevi'nde açlık grevi devam ediyor. Siyasi tutuklu ve hükümlüler,
sistemli bir biçimde maruz bırakıldıkları hukuk dışı ve onur kırıcı uygulamalara
karşı başka çareleri kalmadığından, 23 Şubat 2009 günü başlatmışlar bu açlık
grevini.
Bugün (2 Nisan 2009 Perşembe) Ankara'da
konuyla ilgili bir basın toplantısı var. Geçen yıl, cezaevlerinde yazılmış
öyküleri ZulaMavi adlı bir
kitapta derleyip yayımlayan ve telif parasından payına düşenle cezaevlerine
kitap gönderen gazeteci Esra Çiftçi, konuyla yakından ilgileniyor:
&
Seçimler, inandırıcılık ve
yararcılık[41]
Seçim
sonuçlarının özgürlükçü, demokratik muhalif kesimler açısından ne ifade
ettiğini bana da sorduğunuz için teşekkür ederim. Benim yanıtım, dediğiniz
niteliklere özenen biri olarak, yalnızca kendi adıma olacak. İlk saptamam, şu
özendiğimiz niteliklere sahip çıktığını söyleyen adaylar ile partilerin bu
toplumda devede kulak mertebesinde kaldığı, ikincisi ise bölgeselleşmedir.
Özgürlükçü demokratik muhalefetin devede
kulak kalma nedenlerinin başında, kendi dışımız kadar içimize de bakmayı
bilemeyişimiz geliyor bence. Kendi içimize bakmak deyince, birbirimizi yemeyi
anlıyoruz daha çok. Oysa bu da kendi dışımıza bakmak anlamına geliyor. Aynaya
bakarak "özgürlükçü" kavramının ne anlama geldiğini sorabiliyor
muyuz? "Özgürlük ve Dayanışma Partisi" neden durmadan bölünüyor?
Neden, partileşme ve bölünme için bunca enerji ve zaman harcanıyor?
Belki de
Türkiye'nin demokratları ve devrimcileri olarak özgürlük kavramıyla yeterince
meşgul olmadık. Çeviri kaynaklarımızdaki "liberal" sıfatı da,
"liberter" sıfatı da çoğumuza uymadı, uymuyor gerçekten. Bana da
uymuyor. Ama bunca yıldan sonra "özgürlükçü" kavramını yaşamsal
önemde sayar haldeyim ve bu kavramın sizin sorunuzda yer alması, hem de en
başta yer alması da bu yaşamsallığın işaretlerinden biri.
Günümüzün Kürtleri, kadınları, gençleri,
LGBTT'leri, Alevileri, işçileri, aydınları, küçük esnafı, her tür azınlığı...
Bunlar hep özgür olma ihtiyacı içinde. Dünya kültürü böyle bir ufuk yaratıyor
hepimize. Çatışmalı ve kısıtlayıcı ortam ise ümüğümüze basıyor. Ama seçimlerde
bu sorunlar inandırıcı bir biçimde ortaya serilmekten çok uzak kaldı. Yalnızca
en dolaysız biçimde ortaya konulan Kürt sorunu ifade bulabildi. O da, ne yazık
ki, çok büyük ölçüde yalnızca Kürtlerin oylarıyla...
Halkın demokrat kesiminde gözlemlediğim bir
yararcılığı da, üzerinde düşünülmesi gereken başlıca verilerden biri olarak
kaydedeyim: Seçilme şansı olmayan adaya oy vermemek. Seçimleri bir ses çıkarma
platformu saymıyor sevgili 'halkımız'.
Bölgeselleşmeyle
ilgili bir iki notla bitireyim:
1) Kürt
olma özgürlüğü talebi bölgesel olarak öne çıktı ve teyit edildi;
2)
Cumhuriyet rejiminin baştan beri ağırlık verdiği kıyı bölgelerinde 'devlet
partisi' CHP'nin damgası görüldü;
3)
MHP'nin, Balıkesir başta olmak üzere, kıyı bölgelerini kuşatma politikası
güttüğü anlaşıldı.
[1]
1.9.2006 tarihli Radikal Kitap.
[2]17.9.2006
tarihli Radikal İki
[3]
20.10.2006 tarihli Radikal Kitap.
[4]
3.11.2006 tarihli Radikal Kitap.
[5]
4.12.2006 tarihli Evrensel gazetesi ("Dosya" sorularına yanıtlar).
[6]21.12.2006
tarihli Radikal İki.
[7]
26.1.2007 tarihli Radikal Kitap.
[8]25.2.2007
tarihli Radikal İki.
[9]4.4.2007
tarihli Evrensel.
[10]
11.11.2007 tarihli Radikal İki.
[11]
Kadının Umudu/ Hêviya Jinê dergisi, No.1, Ocak 2008.
[12]
27.1.2008 tarihli Radikal İki.
[13]24.3.2008
tarihli BirGün gazetesi. Gazeteci Hakan Tahmaz daha sonra Türkiye Barış
Meclisi’nin Dönem Sözcüsü olacaktır.
Sırasıyla, Cengiz Güleç ve Metin Bakkalcı’dan sonra.
[14]
Mart 2008 sonları.
[15]
25.5.2008 tarihli Radikal İki.
[16]
3.7.2008 tarihli Radikal.
[17]
14.8.2008 tarihli Radikal.
[18]
28.8.2008 tarihli Radikal.
[19]
4.9.2008 tarihli Radikal.
[20]
21.8.2008 tarihli Radikal.
[21]
28.8.2008 tarihli Radikal.
[22]
18.9.2008 tarihli Radikal.
[23]
25.9.2008 tarihli Radikal.
[24]
11.10.2008 tarihli Evrensel gazetesi, Forum sayfası.
[25]
6.11.2008 tarihli Radikal.
[26]
4.12.2008 tarihli Radikal.
[27]
5.12.2008 tarihli Evrensel.
[28]
11.12.2008 tarihli Radikal
[29]
18.12.2008 tarihli Radikal.
[30]
25.12.2008 tarihli Radikal.
[31]
“Marksizm 2008” paneli, Bilgi Üniversitesi Dolapdere Yerleşkesi, 26 Aralık
2008.
[32]
1.1.2009 tarihli Radikal gazetesi.
[33]
İsmail Yıldız'ın 3.1.2009 tarihli sorularına yanıtlar, DİHA.
[34]
8.1.2009 tarihli Radikal.
[35]
5.2.2009 tarihli Radikal
[36]
19.2.2009 tarihli Radikal
[37]
26.2.2009 tarihli Radikal.
[38]
5.3.2009 tarihli Radikal.
[39]
19.3.2009 tarihli Radikal.
[40]
2.4.2009 tarihli Radikal.
[41]
9.4.2009 tarihli Günlük gazetesi.